18 Haziran 2008 Çarşamba

-I-

Hüzün katkılı satırlardı yazarın yazdığı. Birkaç saçma kelimeden oluşuyordu paragrafları. Ustaları hep bırak okuyucun anlasın demişti. Bu yüzden hep satır aralarına gizliyordu yazacaklarını. Aslında paragrafları hep anlatacaklarını gizliyordu. Aslında kendini gizliyordu sayfalara. Bir bakıyordunuz bir sevda türküsü gizliydi satır aralarında, bir bakıyordunuz hüzün bahçesiydi gizlenen satırlara. Aslında hep aynı şeyleri yazıyordu. Çok farklı şeyler değildi yazdıkları. Hep kendini anlatıyordu. Kendi içinde büyüttüğü, kimsenin ismini bilmediği bir sevdayı yaşatıyordu gizliden. İçten içe. Bir tek satırları onun sırdaşı oluyordu. Birde eğer anlarlarsa okuyucuları anlıyordu. Ama o hep O’nun anlamasını istemişti. Bir kez olsun yazdıklarını anlamasını dilemişti. Son kez daktilonun başına oturduğunda… Bu son hikâyesi olacaktı. Yazmayacaktı bir daha. Zira anlamıyordu. Okuyucuları anlasa da O anlamıyordu. Çünkü bu hikâyelerin bir yazarı bir de sahibi vardı. Yazar yazıyordu ama sahibi anlamıyordu, O’na yazıldığını. O anlamadıkça yazıyordu. Daha açık olmaya çalışıyordu. O yazdıkça içinden bin parça kopuyordu. Yazmasa zaten taşıyamıyordu bu yükü. Altında eziliyordu…

Daktilosunun başına geçtiğinde sabaha karşı olmuştu. Kan çanağı gözleriyle baktı beyaz, bomboş kâğıda. Arkasındaki teypte çok eski bir şarkı çalıyordu. Zaten pek yeni şarkılarda bezi yoktu. Sıcak çayın dumanı yükseliyordu bardağından. Bir de sigara tellendirmişti yanına. Camdan dışarı baktı. Karşıdaki binada tek bir ışık yanıyordu. Üşüyerekten. Kendi odasındaki ışıkta oldukça solgundu. Ölü gibiydi adeta. Sigarasından bir nefes çekip, çayından bir yudum aldıktan sonra hafifçe okşadı parmakları daktilosunu. Gecede çığlık attı bir anda daktilo. Parmakları yıllardır alışmıştı klavyeye. Sanki iki sevgili gibiydi parmakları ve klavyenin tuşları. Her yazı yazmak için oturduğunda sanki parmakları biliyorlardı nereye gideceklerini. Ne yazacaklarını biliyorlardı. Zaten hiçbir zaman şunu yazayım bundan sonra dememişti. Hep aklına gelenle daktilonun başına oturmuştu. Parmakları klavyenin tuşlarıyla dans ederken bir şeyler çıkmıştı ortaya. O hep yazarken düşlere dalardı, parmakları ise yazardı...

Kendine geldiğinde ise saat 4’ü bulmuştu. Sayfayı yarılamıştı. Pek sevmezdi çayı soğumadan yazdığı yazıları. Belki binlerce yazı yazmıştı ama kayda değer bulmadığı çok fazla yazısı vardı. Onun için çayı soğumadan yazdığı yazı beş para etmezdi… Ansızın tüm bu düşüncelerin arasından O’nun gülümsemesi düştü aklına. Ne de güzel gülerdi dedi kendi kendine. İnsanın içi açılırdı dedi. Sanki o gülünce tüm dertleri bitiyor gibi hissederdi dedi kendi kendine. Gerçektende öyleydi. O gülerken, gözleri gülerdi, içi gülerdi. O kadar güzel gülerdi. Sonra tüm bunları yaşatan geldi aklına. Kader dedi. Hep kadere boyun eğdik dedi. Hayatı boyunca gerçekten de her şeyi başarabilmesine rağmen bir türlü kaderi yenmeyi başaramamıştı. Kader onu ayrı koymuştu. Kader olmasaydı belki her şey farklı olurdu dedi. Belki ben bir yazar olmazdım ama ona şiirler yine de yazardım dedi. İnsan o gözlere bakıpta bir şeyler yazmaması imkânsız zaten dedi içinde… Çayı da bitmişti. Kül tablasını da çay bardağına eşlik etmesi için beraberinde alarak mutfağa gitti. Biraz daha demli bir çay koydu. İki tane de tatlandırıcı attı çayına. Hayatım yalan dedi. Çayımda ki şeker bile gerçek şeker değil dedi. Kül tablasını da çöpe boşaltıp tekrar odasına, daktilonun başına geri döndü. Tam daktilonun başına oturacakken vazgeçti. Sandalyesini camın önüne çekti. Hava sıcaktı, pencere ise zaten açıktı. Hafif bir meltem esiyordu denizden. Denizin kokusunu getiriyordu odasına. Derin bir nefes çekti. Yarın ilk iş deniz kenarına gitmek olsun dedi. Yapmayı en çok sevdiği şeylerden birisiydi bu. Denizin kenarına da inmezdi. Falezlerin oradan bir sigara yakardı gün batımına. Bir sigara içer, kalkar geri dönerdi. Çayından bir yudum aldı. Eli paketine uzandı. Paketteki son sigarasını yaktı. Dumanını yele üfledi. Yel aldı götürdü dağların ardına dumanı. Ahh dedi, keşke şu içimdekini de alıp götürse bu yel dumanı alıp götürdüğü gibi. Ama alamadı yel, ağır geldi yele bu yük. Ama yine de mutluydu. Tüm bunlara rağmen mutluydu. Çünkü O olmasa tüm bunları asla yazamazdı. Ama dedi, keşke o olaydı da ben bunları yazmayaydım.

Daktilo çığlık çığlığa yırttı gecenin sessizliğini tekrardan. Sanki bu sefer daha isyankârdı kelimeleri. Daktilo bir fazla ağlamaya başladı. Sanki yalvarıyordu artık bırak dercesine. Ama o bu gece yazacaktı her şeyi. Her şeyi anlatacaktı. Ayrılık zor işti, hele de kavuşamadan ayrılık yaşamak daha zordu. Ama elinden bir şey gelmezdi. Kimsenin bir faydası da olmazdı. Kendisi de bir şey yapamazdı. Çünkü bu sefer oyunu oynayan kaderdi. O oyunu bozmak hangi ölümlünün haddineydi. Ondandır bozamadı oyunu. Ama uğraştı. Didindi. Ancak bozamadı oyunu. Oyunun kuralları çünkü baştan yazılmıştı. Çayında ki tatlandırıcı gibi yalan bir tattı hayat onun için.

Daktilosundaki kâğıdın sonuna geldi. Çekip çıkardı kâğıdı. Sol yanına koydu. Yeni kâğıdı usulca, dikkatlice yerine sürdü. Devam etti yazmaya. Gecenin sessizliğini yırtmaya devam etti daktilosunun sesi… Ve sabaha kadar durmadı bu çığlıklar…