30 Aralık 2007 Pazar

Gece Yarısı Şiiri

Sen hep gidendin,
Ben ise hep bakan.
Sen ilk baharın en güzel çiçeğiydin,
Ben ise çölde kurumakta olan kaktüs...

Kır çiçeklerinin en güzel kokuları gibiydin,
Her bir hücremin doyasıya kokladığı,
Ve doğanın 7rengine sahiptin,
Gözlerimi bir an olsun ayıramadığım...

Şiir yazmak boyumu aşardı,
Okumak ise başlı başına bir dert,
Ama yüreğimden çekerdim mısralarımı,
Sana yazılmakta olan her bir kıtamda...

Bir şiir gibiydin,
Okumayı beceremediğim,
Bir şiir gibiydin,
Yazmaya yetemediğim...

En güzel hikayem olmanı istedim,
Ama yazamadığım hikayem oldun...
Dedim ya;toprak gözlü,
Sen hep gidendin,
Ben ise hep bakan...


Kalem arkası: İthaf şiiridir...İthaf edileni saklı...

18 Aralık 2007 Salı

İyi Bayramlar...

Çocuk gözlerimde sakladım o güzel gözlerini. Ne kadar çok sevmiştim onu. Kıvır kıvır saçlarını,siyah kocaman gözlerini. Her sabah ilgileniyordum onunla. Uyanır uyanmaz,yüzümü yıkamadan,kahvaltı masama bakmadan yanına koşuyordum. Beni bekliyordu biliyorum.
Çocuk gözlerimde sakladım. Onun gidişini. Yüreğimde ince bir sızı bıraktı giderken. Gözlerimde yaş duellosu. Çok sevmiştim ama o gitmişti. Engel olamamıştım gidişine. Çocuk ellerimle engelleyememiştim gidişini. Sürükleyerek götürdüler onu. Çocuk kollarımdan tuttular beni. Koşmamı engellediler.
Çocuk gözlerimde sakladım. Giderken attığı çığlıkları. Dönüşü olmayan gidişinde atarken çığlıkları ok sapladı çocuk kalbime. Çocuk gözlerimde sakladım onun can verişini. Bakamadım bile. Bakmadım. Rüyalarımda gördüm. Çocuksal rüyalarımda. Üzülme diyordu,gereklisi buydu diyordu. Çocuk rüyalarımın ardından durumu anladım. Üzülmedim. Sevindim. Gereklisi bu idi.
Ve bir bayram namazıyla başladı her şey. İmam şöyle söyledi: "Hz.İbrahim'in Oğlunu kesecekken gökten bir koç indi..." Ve devam etti aynı imam: "Komşusu açken tok yatan bizden değildir. Kurbanınızı dağıtınız. 4'te 1'ni..." diye devam etti...

Kurban bayramınız mübarek olsun...


Kalem arkası: İki bayramdır bayramı erken kutluyorum. Ben seviyorum galiba bayramları erken karşılamayı. Çünkü bayramlar küskünlerin barıştığı,toplumumuzun yek vücut olduğu ender güzel zamanlardır.

16 Aralık 2007 Pazar

Gerçek...

Hüzünbaz Satırlar'ın, Nightologist'in, Aykırı Kalem'in bilinmeyen bir yüzünü anlatmak istedim bu gece sizlere. Hani hep hikayelerimde düşsel kurgularımı anlattım. Kâh içinde benden parçalar barındıran,kâh uydurmacalar. Ama bu sefer bende ki bir kirli yüzü vuracağım su yüzüne. Vuracağım ki balık misali hava yüzünden boğulsun.
Biliyorum kendimi. Çok kaliteli bir insan değilim. Hatta çok kalp kırmışımdır. Hani çok kişiyi üzmüşümdür. Hani gerektirdiği budur diyerek yoluma devam etmişimdir. Kimileri çok adi bir adam bu demiştir adımı andıklarında. Ama bu sefer kimse nefret edemeyecek yazacaklarıma dair. Hani bilenler bilir,okuyucularım,gözlerini acımadan benim sayfalarımda yıpratanlar bilir. İntihar tutanaklarım vardır. Aslında o tutanların gerçekleştiği bir zaman olmuştur. Hani o tutanaklardan birisi gerçekleşti. Bir önceki yazımda kirlendiğimden bahsetmiştim.
O sıralarda kirlenmem son haddinde idi. Bunalım atakları ise işin cabası idi. Hüzünbaz satırların son noktası olması için bir yandan çabalarken bir yandan olasılık hesaplarına vurmuştum kendimi. O geceye dair hatırladıklarım biraz silik,biraz komik. Birde okumuşsun anatomi denen zırvalığı. Bilgi çok,yaklaşım sağlam. Bir de msn denen konuşmada arkadaş iletisi. Göster kendini. O bilmez ki tam zıttını gösterdiğimi,halbuki sağ değildi,kanların aktığı,soldu. Ama o farkına varamadı. Halen daha da bilmez.
Gariptir intihar tutanağını yazmak. Yaşarsan benim gibi, gülersin sadece. Kirlenmişliğine bir kirlilik bir aptallık daha eklersin dışarıdan bakan her zât için. Ama kimse bilmez senin o anki ruh halini. Onlar hiç o noktaya kadar gelmemişlerdir. O yüzden anlatamam kimseye bu gizli yanımı...
Kirlenmişliğime bir kirlilik daha olsun bilmeyenler için...


Kalem arkası: Bir keskin uç,bir de ölüme giden atar damar... Sonuç belli;yaşamaya devam... Mutluluk ölmediğimize... Mutluluktur,yaşama dair...

15 Aralık 2007 Cumartesi

Renk...

Ankara'da geçti beyhude 7yıl. Ak akçe olarak gittiğimi söylemek yakışık almaz hani bana. Ama bildiğim bir gerçekte vardır ki,bir fazla kirlendiğim.Ve bir fazla silinerek geçtiğim. Ama üzülmüyorum artık tek bir konu hariç. Silinen her bir noktam aslında uyumsuz olanlarmış kendimle.Ama bir konuda çok üzülüyorum. Silginin artıklarını üflemedim. Kirlendim. Demek ki diyorum artık rengim ak değil,kara değil;karaya çalan gridir rengim. Demek ki yaşamımın rengi gri. Karaya çalan. Tek bir şeye üzülüyorum. Bu kadar kirlenmek yüzünden, kaybettiklerime. Hani kirlenmeden bu kadar büyüyemez miydim?


Kader diye döküldü iki dudağımın arasından... Gecenin karanlığında kaybolan bir sesle...

13 Aralık 2007 Perşembe

Aykırı Kalemler...

Aykırı Kalemler doğdu. Öykülemelerden farklı olarak realistik bir şekilde doğdu. Nightologist öykülemelere devam edecek ama Aykırı Kalemler buradan farklı olacak. Buradan daha gerçekçi,kendi düşüncelerini hiç çekinmeden yazacak.

Kısacası Nightologist yanına yeni çocuğunu yetiştirmeye karar verdi. Bunu da Aykırı Kalemler'de yapacak. Merak edenler için tekrarlamakta fayda vardır. Burası devam edecek...

Aykırı Kalem:
http://aykirikalemler.blogspot.com

5 Aralık 2007 Çarşamba

Hasan Usta'nın Hikayesi-2

Yine aynı şekilde rastlamıştım Hasan Usta'ya. Banka oturmuş yedi tepeli şehrin yedisine birde hoşçakal diyen güneşi seyreyliyordu yaşlı gözleriyle. Bir de cigara tellendirmiş boğaza karşı. Beni farketmedi yanına oturduğumda dahi. Cigarası bitince ancak farketti beni. "Hayırdır" dedi,yıllara yenik sesiyle. "Ne gezersin buralarda?" İşte ilk o zaman bana hikayesini anlatmasını istemiştim. Çok duymuştum sağdan soldan ama hiç sormamıştım kendisine. İlk o gün sormuştum. Ve ilk o gün Hasan Usta'yı tam olarak anlayabilmiştim. İlk defa bir hikayenin bu kadar efkarlı olduğunu ilk o gün farkedebilmiştim.
Hep duyduğum hikayeydi belki birazı. Ama hiç bu kadar olacağını bilmiyordum. Hiç bu kadar farklı olacağını beklemiyordum. Hasan Usta renkleriyle nasıl şaşırtıyorsa bir insanı kendi hikayesiyle bir fazla şaşırtıyordu. Anlattı anlattı. Akşamı gece,geceyi sabah etti. O anlattı ben dinledim. O anlattıkça şaşırdım. Anlattıkça dinledim. Herhalde kimseye böyle anlatmamıştır. Bu kadar uzun. Bu kadar yorgun bir hikayeyi bu kadar uzun anlatmamıştı. Sanki sormamı beklemiş,en ince detayı bile atlamadan anlattı. Bazen sustu,konuşmadı. Hiç bir şey anlatmadı. Ama bol bol anlattı.
Adana'dan ayrılış sebebini. Daha doğrusu kaçış sebebini anlattı. Kozan'ı neden kanattığını anlattı. Kozan kanarken kendi yarasının kanamasını anlattı. Anlattıkça anlattı. Arada sırada kaderine kızdı. Arada sırada kendine kızdı. En çokta Kozan'a kızdı,Adana'ya kızdı. Kızdı ama sevdi de. Kızdıkça sevdi,sevdikçe kızdı. Özlemini de anlattı. Adana özlemini,Kozan özlemini. Anlattı. Anlattı amma,dönemeyeceğini de anlattı. Kanatmıştı Kozan'ı... Kozan da onu...

Anlattı Hasan Usta. Anlattıkça anlattı. Kelimeleri birbirine düğümleyip düğümleyip anlattı... Boğazına düğümledi,yüreğine düğümledi. Her kelimesine bir can ekledi...

4 Aralık 2007 Salı

Büyüklere Masallar...

Bir varmış bir yokmuş. Vakitlerin vakit olmadığı zamanın zaman olmadığı zamanlarmış. Zamana zaman denmeyen zamanlarmış. O kadar eskiymiş. O kadar önceymiş. İki ülke varmış. Birisi Aydınlıklar ülkesi,diğeri Karanlıklar ülkesi. Aydınlıklar ülkesinde prenses varmış. Masal bu,prensesin olduğu yerde olmalı bir prens. O da Karanlıklar ülkesinin prensiymiş. Aydınlıklar ülkesinin prensesi çok güzel bir prensesmiş. Gören gözlerin aşık olduğu,kör gözlerin açıldığı bir güzellik. Hani kainata böyle bir güzellik gelmemiş desek yeridir. Ama ne güzellik. Görenin zihinlerine kazınan bir güzellik. Dokunduğu her şeyi ışıl ışıl yapan,girdiği her yeri aydınlatan bir güzel. Öyle böyle bir güzellik değil sizin anlayacağınız. Herkes aşık Aydınlıklar ülkesinin prensesine. Tabi ki Karanlıklar ülkesinin prensi de aşık bu güzel prensese. Ama ne yangın. Yüreği yanıyor,kora dönüyor,korları yanıyor. Tekrar tekrar yanıyor. Yanmadan bir daha yanıyor. Yüreği cehennem ateşine atılmış gibi yanıyor. Ama aşk ile. Sevda ile yanıyor. Gündüz düşünde,gece rüyalarında prenses. Rüyalarının prensesi. Aşık Karanlıklar prensi,aydınlıklar prensesine. Aşkından yanıyor tütüyor. Eriyor bitiyor. Halini görenler acıyor ama gelmiyor elden de bir şey. Bir gün,ülkenin bilginine danışıyor. "Bu nasıl yangındır? Sönmüyor,söndürmeye çalıştıkça bir fazla yanıyor" diye soruyor ülkesinin bilginine. Bilgin usulca yanıtlıyor;" Buna aşk derler. Bir çeken bilir. Sen var git Aydınlıklar ülkesinin prensesine anlat halini durumunu..." Bilgine güveniyor ve varıp gidiyor Aydınlıklar ülkesinin prensesinin yanına. Şimdiye kadar hiç bir kulağın duymadığı,hiç bir dilin varmadığı,anlatamadığı sözlerle anlatıyor sevdasını,aşkını. Prenses dinliyor. Dinliyor ama onun yanıtı hazırda bekliyor. "Olmaz" diyor. Ve gidiyor...
Karanlıklar prensi çok üzülüyor bu duruma. Kendisini kapatıyor odalara. Yüreği eziliyor her geçen gün. Aşkı büyük,acısı da büyük oluyor. Acısı o kadar çok büyüyor ki,Kaf dağının ardına kadar ulaşıyor. Kaf dağının ardındakiler bakıyorlar Karanlıklar ülkesinin hali harap. Aydınlıklar prensesinin yüreğine girecek halleri yok ya. Düşünüyorlar ve sonunda bir çare buluyorlar. Bu acıya yürek dayanmaz,bu yürekten acıyı almalı yerine hüzün bırakmalı. Zira hüzün çekilecek çiledir. Ve bir güvercinin kanadına hüznü ekliyorlar. Ve salıveriyorlar Kaf dağının ardından. Güvercin geliyor Karanlıklar ülkesinin prensinin yanına. Kanadındaki hüznü ona veriyor,ondan aşkın acısını alıyor. Ama güvercin bu,yüreği ne kadar ola ki. Onun yüreği kaldıramıyor ve hemen oracıkta ölüveriyor. Karanlıklar prensi de hüznüyle kalıyor.
İşte bu yüzdendir gecelerin hüzün dolu oluşu. İşte bu yüzdendir yaşan(a)mamış her aşkta,biten her aşta bir güvercin olur.

Kalem arkası: Büyüklere masal işte. Mutlu sonu yazıl(a)mamış. İnanırsanız...

29 Kasım 2007 Perşembe

Gidekaldım...


Gidekaldım. Gidemedim. Terk edemedim. Kalamadım. Kalakaldım. Gitmek istedikçe kaldım. Kalmak istemedikçe gitmek istedim. Gidemedim. Kaldım. Gidekaldım. Bakakalmak gibi gidekaldım. Gidemedim.
Kaçışlarımın gizemine sakladım onu. Ona ait olan herşeyi. Ve kaçabilecekmişçesine terk ettim odayı. Sessizce usulca... Usuldan adımlarımın sessizliğinden korkarak. Bakmadan arkama. Sadece terk ettim odayı. Kaçışlarımın gizemi saklı kalsın bende. Kimseye ses etmeden. Kimseye bir şey demeden. Sessizliğimin sesinde. Hüznümün karanlığıyla terk ettim odayı. Ama geri döneceğimi bilerek. Kaçışımdaki kalma bu yüzden. Geri dönülen her kaçıştı,gidekalmak...
Gidekaldım. Tutuklu kaldım. Hapsinde. Hapishanende. Gidekaldım işte sırf bu yüzden. Diledim Tanrı'dan bir dilek,gidekalmayayım,gideyim diye. Ama hayır... Gidekaldım. Bakakaldığım gibi gide kaldım. Yüzüme sahte bir gülümseme kondurdum. Gülümsedim,içim ağlarken. İçim ağlarken maskemi taktım,gülümseyen maskemi. Ben inanmadım. Görenler inandı. Ben maskenin ardından dökerken göz yaşlarımı gülümsetebildim karşımdakileri. Maske yaptı görevini...
Teypte çalmaya başladı bir şarkı. Sözleri şöyleydi... "...hırsız kaptı tüm kolu ve serüven oldu iki hayat, birisi hırsız rolüne bürünür oldu diğeri hep bakan bir kör, birisi acıyı çekti, öteki acıyı servis etti. Şarkılar yazıldı ikisi üzerine ve birisi bitti diğeri çaldı, şarkılar kesilmedi çok elveda demişti birisi, diğeri yaşama verdi istifa dilekçesi..."
Aşk tanıdık bir yüzdü,ilk tanıştığımız gün getirdi sevgili dostunu,hüznünü. Ve o gitti,arkadaşı bana kaldı. Şimdi beraber günaydın diyoruz yeni günlere.Maske yine yüzümüzde,gülümsemeleri rafa kaldırdık. Yerine maskemizi taktık. Bunun adına da tiyatro derler. Sizi gülümsetirken ben,maskenin arkasında ağlayan bir yüzüm...



Kalem arkası: Birisi acıyı çekti,Öteki acıyı servis etti... Gidekaldım... Bakakaldım... Ağladım...

27 Kasım 2007 Salı

Karalama...

Hüznün gecesidir bu şehre doğan...Bu gece karanlık...Karanlığın elleri yazacak tüm hüzünleri...Efkâr boğacak bu şehri...Bu gece...Bu şehir...Bir yürek...Bir yazar ve bir kalem...Bu gece kalemler ağlayacak...Eller ağlayacak...En çokta bu yürek ağlayacak...Bu yazar...Hem yazacak...Hem ağlayacak...Bu gece uzun sevgili dostlarım...Uzun...Hem de çok uzun...Saat 21:00 olduğunda...Usuldan çiseleyecek hüzün bu gece...Tüm sevgimle...Tüm saygımla...Yağacak hüzünün soğuk yağmur damlaları...Hafiften bir yel esecek denizden...Hüznün soğuk nefesi vuracak yüzümüze...Siz kapatınız kapılarınızı pencerelerinizi...Üşütmeyiniz...Yağmurla eriyip yok olacağım...Rüzgarla donup,bir çift gözle tuz buz olacağım...Rüzgar götürecek parçalarımı dört bir yana...Ve bu geceden sonra...Bu geceden sonra sevgili dostlarım...Ben beni bırakacağım...Önce gülüşlerimi...Sonra konuşmalarımı...Sonrasında ölü sessizliği...Ama yalan yakışmaz bize...Atacak olan tek şey kalacak...Bir yürek...O attıkça...Hüznü pompalayacak en küçük hücreme...En küçük hücremde hissedeceğim hüznün ve aşkın anlamsız birlikteliğini ve soracağım kendime sessizce...Aşk mutluluk demek derlerdi...Yalan mıdır tüm bunlar...Yalan mı dostlarım...Bir tutam mutluluktur hayatın kazanından istediğimiz...Fazlası sizin olsun dostlarım...

Kalem arkası: Hiç böyle bir kaçışım olacağını düşünmemiştim... Garip...

17 Kasım 2007 Cumartesi

Hasan Usta'nın Hikayesi-1

Bilir misiniz Hasan Usta'nın hikayesini? Adana'nın bozkırından,İstanbul sokaklarına uzanan hikayesini siz bilir misiniz? Uzanıpta yorgun düşen hikayesini? Bilmezsiniz. Çok kişi de bilmez Hasan Usta'nın hikayesini. Tanıyanlar bilir. Oturup boğaza karşı cigara tüttürenler bilir. Bilir de pek anlatmazlar. Bilirler de pek anlatılası gelmez. Gelmez çünkü Hasan Usta öyle demiştir. Hasan Usta cigarasını yakmıştır,ardı sıra sönen cigarasının ardından. Hasan Usta sevmez kendisine acınmasını. Bilinmesini istemez kendisinin. O huzurludur,Beyoğlu'nun arka sokaklarında çöpte ararken yiyeceğini. Hasan Usta gariptir. Görenler öyle derler. Derler de bilmezler pek Hasan Usta'nın gizemini. Aslında Adana da duymayan kalmamıştır Hasan Usta'yı. Bilenler bilir. Adana'lı olanlar bilir. Onu da yine tanıyanlar bilir. Oturup Kozan'da cigara tüttürenler bilir. Kozan'da doğmuştur Hasan Usta. '50li yıllarda. Hani yüzyılın tam ortasına denk düşen yıllar. Tam söylemez Hasan Usta doğumunu. Keza doğumu ona can verirken almış anacığının canını. O yüzden hep der,"Ben anamı taşırım yükümde." Hasan Usta'nın yüzü karadır. Adana'nın ovalarında kararmıştır. Güneş altında kararmıştır. Doğarken kararmıştır.Anasını kaybedince kararmıştır da,kararmasına. En son olaydan sonra iyiden iyiye karalar inmiştir yüzüne. Zayıfça yüzlüdür.Zaten kendisi de pek kilolu sayılmazdı. Eskiden de değildi. Değildi de bu kadar zayıf değildi Hasan Usta. Hasan Usta ama pek bir yamandı işinde. Hani üzerine yoktu şu koca Adana'da. Sanmıyorum olsun İstanbul'da da. Parmakları işi için yaratılmıştı. İnce uzun parmakları vardı. Dokundukları yere renk katarlar,cümbüş eklerler. Ustadır işte Hasan Usta. Renklerin ustasıdır. O dokununca renklere renkler dile gelir de bir güzel süslerler dokundukları yeri. Hasan Usta Ebru yapar. Ebru'nun hakkını da verir hani. Dökdükçe ödlü suyun üzerine renklerini,renkleri çiziverir Hasan Usta'nın içindekileri. Hasan Usta parmaklarıyla tutar fırçasını. İnce ince dokundurur suya. Kayar gider üzerinden renkler. Gider de zehri şerbete çevirir. Öyledir Hasan Usta ve onun renkleri. Atasından mirastır teknesi,fırçaları.Atasına da onun atasından. Dede yadigarı meslektir. Doğarken,anası öldüğünde damlamıştır onun için öd suyuna kara renk. Ondandır ebrularında bulunur siyahlık. Karalık. Kahrolası karanlık. Daha bebeyken düşmüştür beşiğine. Büyüten de süt anasıdır. Çok sevmiştir. Ama beşiğine düşen karanlık bulaşmıştır. Daha 7yaşına gelmeden kan davasından almıştır anası bellediği süt anasını yüreğinden. Babası desen zaten hayırsız imiş. Anasını hamile bırakıp kaçmış Adana Merkez'deki dostuna. Kaçmış amma,dayıları vuruvermiş meydanın ortasında. Meydan da bir ölü,bir katil. Yani ondandır beşiğine biraz da kan bulaşması. Allahtan kan ellerine bulaşmamış. Kalmış beşiğinde,kurumuş o doğuncaya kadar. Hasan Usta. Renklerin ustası. Bahtında tek renk vardır. Kara... Bahtı kara,kederi kara,hüznü kara... Suratı kara Hasan Usta... Kahrolasıca kara... Renklerin ustası Hasan Usta.... Onu tanımak için içmelisiniz boğaza karşı bir cigara. O size anlatır...Anlatır da şimdilik bu kadardır anlatılacak olan...

14 Kasım 2007 Çarşamba

Fırtınanın Ardından...

Fırtına yutmuştu bizim Ahmet kaptanı.Ahmet kaptan gitmişti.Yitmişti.Sonradan aramaya başladı arkadaşları onu.Cesedini belki de kayığından bir parçayı...Fırtına dindikten sonra çıkabilmişlerdi denize.Fırtınadan sonra,Ahmet kaptan yittikten sonra.Bir zaman aradılar.Çok zaman aradılar.Bulamadılar...Ahmet kaptan yitik,kayığı batık.Kimse görmedi,kimse bilmedi...Ahmet kaptan üzgün gitti...

Bizim oralar farklıdır.Güzeldir.Şubat ayında Kepez'den sallandınız mı şehre doğru portakal çiçeğinin kokusunu duyarsınız.Sabahları özellikle.Gün doğarken.Hafiften ışıklar vuruyorken denize,o keskin koku yayılıverir şehrin bir ucundan diğer ucuna.Mis gibi kokar...Eşsizdir...
Bizim oranın denizide farklıdır.Benzemez İzmir'in denizine yahut İstanbul'un pisliğine.Tertemizdir.Dalga yokken dibini görürsünüz.Tertemizdir,balıklar yüzer.Seyre dalarsınız.Evinizde ki akvaryumu izliyormuşçasına.Hani balıkçıları da olur.Sabahları kayaların üstünde.Avlarlar mırmırı ya da mercanı.Tertemiz suyun temiz balıklarıdır.Bazen de sizde seyredersiniz.Engin maviliğin,kumsaldaki kumlarla yaptığı dansı.Akşamları sesini duyarsınız dansın,sabahları izlersiniz.Ama en önemlisi de temizdir...
İşte böyle bir şehrin de arkadaşlıkları olur.En kör anlarda aydınlatırlar çevreni.Gerektiğinde gören gözlerin,duyan kulakların olurlar...Eşsizdirler...Yaslanacak duvarın olurlar sen sendelerken,bazende koluna giren.Cesaretsizliğinin sonuçlarını beklerken,ittirirler ardından seni,yüreklendirirler,cesaretsizliğine cesaret tohumları ekerler...Bir anda kaybolurlar bazen,kayboldular derken,beklemediğin anda çıkar gelirler...Fırtınanın içinde batmak üzereyken onların sesini duyarsın,dalgaları yararak,fırtınayı bölerek sana gelirler ve seni o fırtınanın içinden söküp alırlar.Dedim ya.Eşsizdirler...
En önemlisi ise kalpleri temizdir.Kırmazlar,kırılmazlar,yaptığının ardında aramazlar başka bir şey.Bazen sadece bakışın bile yeter,bazen merhaba diyen bir sesin bile yeter.Onlar seni hep anlarlar.Fesatlıkları yoktur.Kıskançlıkları yoktur.Temizdiler...

Kalem arkası: Sevgili dostum;fırtınanın göbeğinde,boğulmak üzereyken,ansızın,beklenmedik bir şekilde,beklenemeyecek bir şekilde,fareler bile terk ederken gemiyi;gelip,bulup,o karanlıkta,o karmaşada,o kargaşada,kurtardığın gibi,karanlığıma aydınlık olduğun için sana minnettarım...

6 Kasım 2007 Salı

Hava Karardı.Fırtına Yakın...

"Fırtına yaklaşıyor,toplamalı ağları" dedi Ahmet kaptan.İçinden.Kimsenin olmadığı kayığında,dudaklarının arasından mırıldanarak.Yorozdan kararıyordu bulutlar...
Kaptan toplamaya başladı ağını.Fırtına yaklaştı.Dalgalar kabardı.Pamuk gibi.Cehennem ateşi gibi...Ahmet kaptan'a doğru geliyorlardı.Ahmet kaptan fakir.Ahmet kaptan zengin değil.Yok kayığının motoru.Yarsın dalgaları gitsin limana.Nasırlı elleriyle asılacaktı ağlarına...Acıyan elleriyle.Varacaktı limanına.Kadınının ellerinden,çocuklarının gözlerinden öpecekti.Olmadı.Ahmet kaptan varamadı limana.Deniz yuttu.Karardı yoroz.Öpemedi kadınını.Ve öpemedi kır çiçeği kokulu çocuklarını.Yuttu bizim yoroz Ahmet kaptanı.
Ağıt yaktı hanımı.Biri 3yaşında biri 5yaşında çocuğu anlamadı Ahmet kaptan'ın acısını annesinde ki.Onlar bilyelerini yuvarladılar.5yaşındaki kızı anlar oldu biraz.Anasının yanından ayrılmadı.Ama anlamda veremedi anasının göz yaşlarında ki Ahmet kaptan'ı...
Yuttu kararan yoroz Ahmet kaptan'ı.Ahmet kaptan düşündü yutarken deniz O'nu.Ağlar mıydı hanımı.Severek almıştı hani.Bildi Ahmet kaptan.Bildi kadınının ağlayacağını.Düşündü çocuklarını.Ela gözlü kızını,ve kısa saçlı oğlunu.Peki kim ekmek getirecekti evlerine?Aç mı kalacaktı kadını ve çocukları.Üzüldü.Üzgün gitti...


Kalem arkası: Üzgün gitti Ahmet kaptan.Üzgün gitti.Üzgün gittim...


Special thanks for photo;
Photographer:Neslihan Kureşir
Photo name:
Fırtına

1 Kasım 2007 Perşembe

Yarım Kalan Düşler...

Uykumun en tatlı yerinde uyandım yine. Saat gecenin alacakaranlığından gündüzün aydınlığının kucağına atlıyorken. Kan revan içinde uyandım,nefes nefese. Soluk soluğa. Yanımda yatan dün akşam barda tanıştığımız buğday tenli güzelin kolunu kaldırdım göğsümden usulca. Hafiften uyanır oldu ama akşam çok içmişiz. Zor ayılır. Tekrar daldı derin düşlü uykularına. Mutfağa gidip bir su ısıtıcısının tuşuna bastım. Kirli kupamı musluktan akan suyla biraz temizledim. İçine üç tatlı kaşığı kahve,bir tatlı kaşığı şeker attım. Acı ama gerçek misali. Beni ancak bu ayıltır zaten. Odaya tekrar geri döndüm. Benim buğday tenli güzelin başucunda duran yarısı içilmiş,yarısı kalmış biraz ezilmiş sigara paketine uzandım. Hemen yanında ki kibrit kutusuna bir el attım. İçi boş... Mutfağa dündüm. Her zaman yedek kibritim bulunur. Onu buldum. Bu sırada suyum ısınmış,su ısıtıcısı kapandı. Kahvemi koyup balkona geçtim. Henüz hava karanlık. Balkonda oturup bir sigara yaktım. Kibritin alevi parladı,sanki sokağı ışıttı. Bir nefes sigaramdan aldım,bir yudum da kahvemden. Kahvem sert olur. İlk yudumunda ayılttı zaten. Zıkkımın şey,ne de iyi geldi.
Son zamanlarda arttı bu uykumun bölünmeleri. Gecenin en karanlık vaktinde ne hikmetse. Rüyalarım hep aynı. Hep aynı ama bir türlü sonunu göremiyorum. Hep en can alıcı noktasında uyanıyorum. Yine "O" giriyor rüyalarıma. Oturmuşuz Ortaköy'de. Bol karbonatlı,az harmanlı çay müsvettesini yudumluyoruz. Yedi tepesinde yedi hikaye barından şehre güneşin hoşçakal dediği vakitte. Manzara güzel. Dalıyorum manzaraya. Bir an olsun kayboluyorum. Sonra yine masaya dönüyorum. Havadan sudan muhabbetler. Biraz hayata dair,biraz da masada ülkeyi kurtaran çözümler eşliğinde. Ama başka bir şeyi merak ediyorum o esnada...
Şehre biraz daha indi karanlık. Sokak lambaları yanıyor. Biri patlamış. Yanmıyor. Orası karanlık. Biz dalmışız sohbete. Saatte geç olmuş. Ama ben bambaşka bir şeyi merak ediyorum. Soruyorum hafiften sesimi alçaltarak; "Ya biz?" "Ne olmuş bize?"diyor. "Biz" diyorum;"Ne olacağız?" "Zamana yenik mi düşeceğiz?Bir varmış bin yokmuşla biten peri masallarında konu mu olacağız? Yoksa sil baştan yeni bir sayfa mı yazacağız? Kolay yol mu zor yol mu?" diye soruyorum."Üşüdüm,kalkalım başka yere oturalım." diyor. Yine ince giyinmiş. Üşür tabi. Yapraklar bile havaya küsmüş,yerleri boyuyorlar sarı renklere. "Bu havada bu kıyafet,yine hasta olacak" diye içimden geçiriyorum. Kalkıyoruz. Az ileride bir cafe daha var. İçerisi sıcak,sıcaklığı dışına vurmuş. Sakin ve sessiz. Geçip oturuyoruz. Acıkmışız. Atıştırıyoruz. Bu zaman zarfında çok konuşmuyoruz. Sessizliklerimiz demleniyor ağır ağır,tıpkı semaverde usuldan demini alan çay gibi. İçmenin vakti geliyor sessizliklerimizi. Önce ben bozuyorum huzurlu görünen gergin sessizliği. Duruyor ve düşünüyor. Ve tam cevabını verecekken sesi uzaklaşıyor önce. Duyulmaz oluyor. Ardından kendisi. Uzaklaşıyor,yedi tepenin ardında ki güneşe doğru. Uzanıyorum. Yakalayamıyorum. Bir karanlık çöküyor yedi tepenin yedisine birden... Yedi tepeli şehir alıyor kaçırıyor. Aramaya başlıyorum,arada sesini duyuyorum,sesine koşuyorum. Ama her girdiğim sokak bir öncekinin aynısı. Kayboluyorum,yedi tepenin yedincisinde...
Kan revan içinde uyanıyorum... Her gece arıyorum. Her gece kayboluyorum yedi tepenin yedincisinde. Sadece sesini duyuyorum. Kısık,cılız bir ses yankılanıyor yedi tepenin yedisinden birden...
Sigaram bitmiş. Kahvemse soğumuş. Odama gidiyorum. Buğday tenli güzelin yanına tekrar uzanıyorum. Tekrar kaybolmaya hazırım....


Special thanks for photo;
Photographer:Neslihan Kureşir
Photo name:Sleeping Beauty

30 Ekim 2007 Salı

Sevemedim Vedaları...


Gidesi gelmekle gitmek arasında ki ince çizgiyi oluşturur kilometreler. Ve o kilometrenin her metresine gömülen saatler. Ardında bırakarak aşarsın yolları. Şimal yıldızının klavuz ışığında. Gidenler ardında bıraktıklarını bilirler. Ama bir de benim gibi gidenler vardır. Gitmenin anlamını karşılarlar "Kaçış" ile. Ama bazı kaçışlar anlamsızdır. Sonuçsuzdur. Arada kilometreler olsa dahi,o kaçtıkların hep peşindedir. Aslında bu bir kaçışta değildir. Bedenin uzakta ama ruhun hep aynı yerdedir. Zaman-Olay ilişkisinde "Olay"ın bitişiyle zaman da durur. Ve hapsolur ruhun "O An"ın içinde. Tekrar tekrar yaşarsın "O An"ı. Tıpkı cehennemde tekrar tekrar yanmak gibi. Bedenin hiç acı çekmez çünkü o uzaktadır. Ama ruhunun ızdırapı ise tarif edilemez ölçüdedir. Şizofrenik uykular gibi;korkutucu ve bir o kadar da ızdırap verici."O An"a hapsolmaya kendini hazırlayamazsın. Bu tıpkı çevreni sarmış mızraklı askerler gibidir. Senin bir elinde kalkan bir elinde kılıç. Birinin def edersin,ikisini def edersin ama üçüncüsü;tam sırtından kalbinin olduğu yerden saplar mızrağı. Bir anda gözlerinin önünde görürsün ucu kanlı,içinden geçen mızrağı. Geri çıkar ve bir kez daha saplanır vücuduna. Bedenin,hem içeriye hem dışarıya;kan gölü... Ama ölmezsin,tarifi mümkün kılınmamış acılar çekersin...
Şizofrenik uykuların delinir gecenin kör vaktinde. Paranoyak rüyalarında sür manşetten yayınlanır delik uykularının nedeni."İstanbul Boğazı'nda Bir Kadın Bir Adamı Boğazladı!" Boğazlanışını görürsün. "O An"ın farklı bir yansımasıdır. En sonundaysa direnmeyi ve çabalamayı bırakırsın;"O An" hapsinden kurtulmak için. İşte o zaman farklı bir boyuta taşınır "O An". Artık seni alır,bir o duvara bir bu duvara vurur. Ama dedim ya bedenin acı çekmez. Acıyı çeken ruhundur. Öyledir ki,bir manga tank geçer sanki ruhunun üzerinden. Paletlerin altında can veremez ama paramparça olur ruhun...
Hani tarif edilemez acılar vardır. Yaşayan bilir. Bir tek o bilir çilesini. O da anlatamaz,zira anlatacağı diller lâl olur büyüklüğünün karşısında. İnsan aciz kalır "O An"a hapsolduğunda. Aciz ve bir o kadar güçsüz. Alıpta başını gidesi gelir sanki ardında bırakabilecekmişçesine. Gidesi gelmek budur. Gitmekse "O An"da bırakıp ruhunu,bedenini yanına alıp kaçmaktır. Bir bavula eşyalarını koyarsın. Bedenini alıp ruhunu "O An"ın hapsolmuşluğunda bırakarak kapıyı çeker çıkar gidersin. Belki bir daha asla dönmeyeceğini,dönemeyeceğini bilerek,düşünerek... Aslına bakarsan yol kolaydır. İki dağın arasında bir yol. Ama ne ışık var ne de bir tabela. Ama bilirsin ilkokulun tebeşirli sıralarında öğretilmiştir; "Şimal Yıldızı Kuzey'i Gösterir" diye. Kafanı kaldırıp bakarsın. Çünkü dönesinde vardır aslında. Bakarsın yerdeki karanlığın gökyüzündeki yansımasına. Göremezsin,zira doğmamıştır,ya da sana doğmayacaktır bir daha asla. Yoluna devam edersin. El yordamıyla,ayak yordamıyla. Öyle bir andır ki,bir anda doğar yeniden tam zıttında. Arkandan parlar o muhteşem edasıyla Şimal Yıldız'ın. Aslında seni "O An"ın hapsinden kurtaracak olan da odur aslında,zira sen onun yüzünden düşmüşsündür yola da "O An"ın hapsine de. Hemen dönersin yüzünü. O yola çıkmak için verdiğin emeklerden çabalardan bir yıldız uğruna vazgeçersin bir anda. Önemsizdir. Çünkü o Şimal yıldızıdır. Uğruna can verilebilecek yıldızdır. Öyle kuvvetli bir yıldızdır ki o kendisi bilmez aslında mucizelerini. O ufacık parlaması bile senin üzerine umut nehirlerinin boşalmasını sağlar. İçindeki tüm o karanlıkları silmeye başlar. "O An"ın hapis duvarlarına çarpar. Çarptıkça ruhun duyar o da bir yandan içeriden kazır sesin geldiği yöne doğru. Bir an önce o nehire atıp kurtarabilmek için kendini. Ama bu Şimal Yıldızı. Bir anda göründüğü gibi kaybolabilir de. Yol yine karanlık olur. Hapis yine sessizleşir. Ama senin o yıldıza ihtiyacın vardır. O bilmez bunu. Dokunmasan da,sahip olmasan da onun yüzüne bakman yeter. Ama o senin dünyandan yine gider. Ve kalırsın "O An"ın hapsinde. Bu sefer farklı olur ama. O bilmez. Çünkü o gidenlerdendir. "O An" bu sefer bir fazla hızla vurur seni duvarlara. Çünkü kurtulmaya çalışmışsındır "O An"ın hapsinden. Bu sefer cezalandırmaya da başlar. Ruhun artık bir fazla acı çeker. Ve yine bedenin yanında,yine dudaklarında yine aynı türkü...


Koyverdun gittun beni oyy,
Koyverdun gittun beni,
Allah'undan bulasun oyy,
Allah'undan bulasun,
Kimse almasun seni,
Kimse almasun seni oyyyy,
Yine bana kalasun...
Sevduğum senin aşkın,
Ciğerlerimu dağlar,
Hiç mi düşünmedun sen,
Hiç mi düşünmedun sen oyyyy,
Sevduğun boyle ağlar...

Kalem arkası: Hiç mi düşünmedin sen???

*****

Special thanks for photo;
Photographer:Neslihan Küreşir
Photo name: Don't Leave Me!

29 Ekim 2007 Pazartesi

Sonuç...[Bölüm-2]

Ardı sıra bakmak. Savaş meydanından arta kalanlara. Feri kaçmış iki sulu gözle. Geriye bakıp neden sorusuna yanıtsız kalmak. İlk defa bu kadar zor ve meşakkatli bir soru. Neden yıprattık,neden oldu tüm bunlar. Neden engel olamadık. Ve neden savaştık. Hemde bir hiç uğruna. Bu kadar mı çocuktuk? Hadi her şeyi kenara koyalım,sağda solda büyümekten bahsettik. Hava attık büyüdüğümüze dair yalanlarımızla. Çocuktuk. Ağlattık birbirimizi. İçimizde ki çocuklara acımasızca saldırdık piyadelerimizle. Katliam yaptık. Ama farketmedik ki,birbirimizin çocuklarını öldürürken kendimizi de öldürdüğümüzü. Sonra döndük ve dedik... "Biz büyüdük"... Seni bilmiyorum ama artık ben bu yalanı söylemeyeceğim. Ben büyümedim. Ben hep çocuktum,çocuk olacağım. Büyüyemeyeceğim. Büyümeyi inkar edeceğim. Tabuya bağlanmış laflarımla artık hareket etmeyeceğim. Kırmızı arabamı süreceğim vın vın diye mobilyaların üzerlerinde.
Piyade taburlarını artık senden geri çekiyorum. Savaşmayacağım. Sen saldırabilirsin amaben bırakacağım artık. İçimde ki çocuklarımı öldürebilirsin ama ben senin çocuklarına dokunmayacağım. Onları öldürürken bile seviyordum,şimdi öldürmeyeceğim. Yerine çikolatalar dağıtacağım onlara. Sen el bombaları atabilirsin içime,ama ben gofretler atacağım. Sana karşı duramayan kalelerimi parçalayabilirsin. Ama ben senin kalelerini güçlendireceğim. Ne dersen onu yapacağım. Artık,teslim oluyorum. Beyaz bayrağımı sallıyorum gökyüzünün enginliğine. Teslim oluyorum. Zaptım yakın. Emirlerine uymak için. Direnişçilerim olmayacak. Sakin bir şehir bırakıyorum sana. İçinde çocukları olan. Onları sana emanet ediyorum.

Bilmiyorum sonucunu. Kartlarım açık oynuyorum. Nedenim belli. Anlayabilmen beni. Bir kez olsun güldürebilmek belki de seni. Belki de unutabilmek. Ama bil ki ay yüzlü sevgilim, mezar taşlarının soğuk yüzlerine dokunsanda,hep 7adım altından sesleneceğim. Nedenim benim güzel nedenim. Nedenim sensin... Sonucumda uzak diyarların uzak yolcusu. Tıpkı şu şiirdeki gibi...

Kaldır öpülesi alnını ve bak bana
Yoroz değil kararan
Yüzümde ışığından ayrılmanın kederi
Birazda işte geldik gidiyoruzun hüznü var
Ama gördün mü gülüm
Bir tek gözlerim değişmedi...
yine
Bir tek gözlerim...

Kalem arkası: Resim bana ait değildir. Ancak üzerinde yapılan işlemler bana aittir...

25 Ekim 2007 Perşembe

Dayanamıyorum...

Verin beni mahkemelere,
Sürün DGM'ye...
Atın hapislere...
Ama artık dayanamıyorum.
Yolsuzluğu görmezden geliyorum...
Soyguncuları tanımamazlıktan geliyorum...
Sustukça susuyorum...
Ülkem abd ve yandaşları karşısında boynu bükük,
Kalleş pkknın yandaşları meclisimde,
Yandaşları ırakta,kafa tutuyorlar...
BOP ise yürürlükte adım adım işlenmekte...
Susuyorum...
Ama dayanamıyorum...
Şehidime bile ağlayamıyorum...
Susun diyorlar,demeyin diyorlar,şehit demeyin diyorlar...
Doğu'dan haber alamaz oluyorum...
Susamıyorum...
Konuşuyorum...
Konuştukça dökülüyor...
Herşeyi tek geçiyorum,
Şehidime ağlayamıyorum...
Onun ardından terörü lanetleyemiyorum...
Ya fişleniyorum,
Ya coplanıyorum...
Susamıyorum...
Bir yandan ağlıyorum...
Bir yandan bağırıyorum...
Artık dayanamıyorum...
Memed'im toprak altında,
Sukunet deniyor,tahriklere gelmeyin deniyor...
Memed'im itin köpeğin elinde...
abd dur sen diyor...
Yırtmak istiyorum...
Üstümü başımı...
Yırtmak istiyorum
Memleketimin üstündeki kara bulutları...
Büyüklerim susun diyor bana,
Dönüp susturmayı bilemiyor itleri...
Hep beni susturuyor...
Hep beni konuşturmuyor...
Ama hep itler konuşuyor...
Uluyorlar duyuyorum ıraktan...
Uykusuz gecelerime kabus gibi çöküyor
Şehit Memed'lerim...
Neredesin diyorlar?
Niye susuyorsun diyorlar?
Artık dayanamıyorum...
Susmuyorum...
Artık konuşacağım...
Memedim için,
Anası için,
Babası için,
Kundaktaki bebesinin sesi olmak için...
Artık dayanamıyorum...

11 Ekim 2007 Perşembe

Erken Gelen Bayram...

Kapı çaldı,gelen çocuklarmış. "İyi bayramlar abiiiii" diyen birbirinden canlı bakan 5çocuk. Biri çok uyanık. Cin gibi maşallah. Hemen atladı elime "Öpiim abi" diyerek. Çokta şirin. Bir de güzel yüzlü bir kız çocuğu vardı. Utangaç. Bir güzel hepsiyle bayramlaştık. Öyle sevmem ben şekerlikten ellerimle alıp vermeyi. Şekerliği uzatırım çocuklara. Yine öyle yaptım. Avuç avuç aldılar. Utangaç kız almadı bir tek öyle. Tek bir tane aldı. "Alsana" dedim "Annem çok alma dedi" dedi. Gülümsedim, "Hadi al bir tane daha" dedim,aldı ve gitti. Bayramda çocuk olmak farklı bir şey.Kapıyı kapatırken aklıma geldi kendi çocukluğumun bayramları. Öyle kapı kapı gezmedim. Hatta hiç gezmedim. Arkadaşlarım hep gezdiler. Ben çok utangaçtım. Halen daha da öyleyim. Gerçi bu yaşta kapıya gitsem alacağım temiz bir sopadır. O da ayrı mevzu. Hep merak ettim nasıl bir duygudur. Ama dedim ya ben çok utangaçtım. İsteyemez,ilk kapıdan zili çalmadan dönerdim. Ama zevkliydi bayram gezmeleri. Biraz toplu,tamam inkar etmiyorum,kilolu olunca pek bir sevilirdim. "Aman da oğlum yesin benim" diyerek önüme konulan şekerlikler,tatlılar;elime tutuşturulan çikolatalar yüzünden her bayram mide fesatı geçirmeye yaklaşırdım. Ama zevkliydi yine de. Oldum olası da bitteri sevmişimdir. Hafif acı olur. Kakaosu boldur. Son zamanlarda yapılan araştırmalara göre günde 100gr yemek gerekirmiş. Ben çocukluğumda önümdeki 30seneye yetecek kadar yemişimdir. Şimdilik gerek yok. Çocukluğuma dair bir anı var ki o en çok sevdiğimdir. Bayramlaşmalar. Özellikle aile ile olanlar. Mendile sarılı paralar. Koşa koşa bakkala gidip sakız almalar. Ki ben sakız almazdım,gider çikolata alırdım yine. Ama zevkliydi. Mendilde kağıt değil,kumaş olurdu. İçinden artık ne çıkarsa;10binde çıkardı,100binde. Ama o zamanlar büyük paraydı. Kırmızı 20bin liralar yeni çıkmıştı. Hey gidi günler. Bir de köyde bayramlaşmalara bayılırım ben. Camiden çıkılır. Köyün büyükleri durur,herkesin elini öpersin. Hani iyi de bazen eli alnına doğru ittirirler ya,o canımı sıkardı. Hep gözlük kullandığımdan sürekli yamulurdu. Bunu farkedince gözlüksüz bayramlaşır oldum. Ama zevkliydi.Zaman geçti yaş büyüdü. Artık elimize para tutuşturan da yok,çikolata tutuşturan da. Bugünlerde ele aldığımız kredi kartı ekstresi oluyor ki bu pek bayram hediyesi gibi olmuyor. Hani çocukları sevindirmek farklı bir duygu ama çocuk olmak hepsinden güzel bir duygu. Bir de ilerleyen teknoloji yok mu? Yeğenim bile 2kat aşağıdan bayramımı kutlamak için gelmiyor da,msnde ya da sms atarak kutlar oldu. Eh bir de uzaklarda belki de hiç tanımadığım ama çok muhabbet ettiğim insanlar da var. Örneğin burası. Kimseyle yüzyüze tanışamadım. Ama çok konuştum telefonla,smsle,msn ile. Eh hal böyle olunca da sanal olarak sanal çikolatalarımdan dağıtıyorum. Almaz mısınız? Yuvarlakların içinde sos var. Koyu renk olanlar bitter,açık renk olanlar sütlü. Lütfen alın. Evdekiler içinde alın. Çekinmeyin lütfen...

Kalem arkası: Şehir dışına çıktığımdan dolayı biraz erken geldi bayram hediyeniz...İdare edersiniz...
Kalem arkası: Resim bana ait değildir...

6 Ekim 2007 Cumartesi

Neden...[Bölüm-1]

Neden neden neden? Bu kadar mı önemli neden? Her nedeninin nedeni neden diyenler haklı mı gerçekte? Merak etmeden de duramıyorum. Neden adım atıyoruz,neden çalışıyoruz,neden annemizden babamızdan dayak yedik küçükken. Her nedenin nedeni neden ise ilk nedenin nedeni neden? Çok mu felsefi oldu bilmiyorum ama meraktan çatlıyorum. Babama soruyorum. Babam her şeyi bilir. Anlatmaya başlıyor nedenin nedenlerini. Anlamıyorum. Tekrar ediyor. Anlamıyorum tekrar ediyor. Kızmaya başlıyor dinlemiyorsun diye. Bir tokat patlıyor yanağımda "Şimdi anladın mı?" diyor. Anladım. O tokatın nedeni öğretme amaçlı diyor. Bu kadar önemli demek nedenler hayatta. Bir şey oluyorsa ardı sıra nedenini de getiriyor. Tıpkı tır kafasının ardında çektiği römork'u gibi. Tren gibi. En önde olgu ardında neden. Nedensiz yaşanabilir mi merak etmeye başlıyorum. Tarih milletlerinde çocuklar doğuyor. Nedeni ya savaşmak için asker,ya da çocuk sevmek için. Bir şekilde doğumun bile bir nedeni var. Ya ölümün. Onunda var tabi ki. Ölüyoruz çünkü ya çok sigara içiyoruz,ya da kırmızı et yiyiyoruz. Bunları yapmayıp ölen yok mu? Var tabi ki. Onların nedenini de bilim açıklıyor,genler düzeyinde. Doğumla ölüm iki mezardır. Birinden çıkar birine yürürsün. Çıkış nedenin bir nedene bağlı,tekrar giriş nedenin bir nedene bağlı ise şunu diyebilir miyiz ki acaba; nedenle doğup nedenle ölüyorsan,hamurunda neden vardır. Deriz tabi ki. Kimileri bunun için şunu derler,herşeye bir açıklaman var. Bazıları buna bahane de der. Gülmeli miyiz acaba bunu diyene. Kendi doğum nedenini,ölüm nedenini,yaşama nedenini,çalışma nedenini,kısaca nedenler arasında sürdürdüğün bir hayatta bahane dediğin şey açıklanmamış neden değil mi? Öyle tabi ki. "Bunu neden yaptın?" sorusuna bilmiyorum yanıtı sadece kandırmaca olmuyor mu? Aslında biliyorsun ama söylemek istemiyorsun. Onun bile bir nedeni var. Uzun lafın kısasını yazıyorum. Sen okudun bunu,bir nedenin vardı,merak ettin. Ne anlattı bu adam. Ben yazdım bunu,bir nedenim vardı,bir şeyleri düşünebil diye. Düşüncenin kapılarından birini aralamak adına. Hani sık yaptığın fesatlık var ya,hani her yaptığımın altında benim nedenimi kabul etmeyerek senin uydurduğun bir neden. Hani onların kapısını aralayabilmek. Hani empati denilen olay. Empatiyle benim nedenlerimi anlayabilmen. Ey güzel sevgilim. Nedenlerimi anlamadan,yaptığım her olayın ardını araman gereksiz. Dürüstlüğümden şüphen mi var sorusuna yok deyip,uydurma nedenler üretebilmen. Fesatlığın. Ey benim düşüncesiz sevgilim. Umarım aralarsın bir kapıyı. Aralarsan düşünce gücüne bir katkıda bulunacaksın. Benim ay yüzlü sevgilim. Bir kez olsun nedenimi kavra. Buna bile sorsan nedenin ne diye. Açıkça söyleyebilirim nedenimin beni anlayabilmen olmasını...



Kalem arkası: Yazı oldukça karışık oldu. Anlamak oldukça zor. Tavsiye edilen doz miktarı,2 bilemedin 3 kez almak. Her dozdan önce iyice düşünmek...

2 Ekim 2007 Salı

Sevgilim...


Geceler mi karanlıktı yoksa insanların içleri mi?Hayat bir fotoroman değil ki resimlere bakarak yaşayasın...

Yalnızlık;rıhtımda mavi gözlü çocuk olabilmek yeri geldiğinde tek başına suya atarken taşları... Ve sen benim ay yüzlü sevgilim. Taşlarımı atarken rıhtımdan suya,aydınlatıyor karanlık gecemin karanlık sularını sevgili yüzün. İnce saçlım,narin tenli sevgilim benim. Sen Cumhuriyet kadar eşsiz,vatan toprağım kadar paylaşılamaz olanımsın. Bir tanem benim. Portakal kokulu sevgilim benim. İlkbahar yağmuruyla ıslanan toprağım,bereketim benim. Ve sen kadınım. En güzel çiçeklerden bal toplayan arım benim. Bugün,sil gözyaşlarını ve gecenin karanlığında dinle şehrini. İsli puslu şehrini dinle. Fısıldasın ismimi kulaklarına. Narçiçeği kadar güzel sevgilim...

22 Eylül 2007 Cumartesi

Sadece...

Hani bazen bir ton laf ebeliği yapılır. Ama anlatılan aslında tek bir kelimeyle anlatılabilir. Hani bazen tek bir cümle yeter her şeye. Fotoğrafa da benzemez. Tek bir şey söylersin. Her şey biter. Tek bir şey söylersin kırılmamış ne varsa kırılır... Saatlerce anlatırsın anlamaz da tek bir şey söylersin. O anda kafasına dank eder insanın. Ya da her şeyi tekrar yaparsın. Tek bir cümle her şeyi unutturabilir de. Anlat Hasankeyf'i hadi. Sayfalara sığar mı? Anlatabilir misin her yönünü? Anlatamazsın. Ama çık Hasankeyf'in en yüksek noktasına gün batımında yakala bir kare poz ile Hasankeyf'in nadideliğini. İşte o olsun senin tek cümlen. Her şeyi anlatan...
Ve sıra benim şimdi. Tek bir cümle. Tek bir kelime. Her şeyi anlatacak sana. İyi oku ama. Bu benim sana hediye olarak çektiğim bir kare pozum olsun. Cüzdanında sakla...

Sadece acıyorum;sadece...

Kalem arkası: Resmi göremiyor musunuz? Aslında resim orada. Ama sadece hiçliği simgelediği için göremiyorsunuz... Yine yazının en başında...

19 Eylül 2007 Çarşamba

Hayatı Dondurabilmek...

Hayatı dondurabilmek. Hiç akmıyormuşcasına. O anda kalabilmek mümkün mü? Hani o en mutlu anda kalabilmek. Ya da hızlandırabilmek hayatı. O kötü günleri bir anda geride bırakabilmek mümkün mü? Kısmen. Kısmen kalınabilir. Fotoğraf makinelerini düşünün. O en mutlu anları yakalayan makinelerdir onlar. O anı dondurabilirler. Hani sizin yapamadığınız şeyi yaparlar. Size yardımcı olurlar. O anı dondurabilirler ve siz istediğinizde o ana dönebilirsiniz... En azından anılarınız yardımıyla...
Beyin de bir fotoğraf makinesidir. Kişiliğinize göre çeker fotoğrafları. Aslında herşeyin fotoğrafını alır. Saklar. En kötüsü de asla silmez. Hatırlamak istemediğiniz şeyleri sürekli hatırlarsınız. Hani üstüne gidince olmaz ya. O da öyle. Saklar silmez. Sürekli hatırlatır. Sizi geçmişinizle yaşamaya zorunlu bırakır bazen. Gözlerinizden yaşlar süzer yeri gelir.
Hayata ara vermek. Aslında zamanı durdurmaktır. Kendinize göre. Hayat her zaman devam eder. Ama acıların silinmesi için gerekli olan zamanı çoğaltırsınız bu sayede. Yaralarınız sarılır. Ama sarıldıkça bir fazla kanarlar. Sargı bezinden yere damlar kan damlaları. Ağlarsınız,çığlık atarsınız. Bunalırsınız,susarsınız. Kendinize gelirsiniz en sonunda...


Kalem arkası: Kendime gelmek adına,hayatıma kısa bir süre ara veriyorum...

15 Eylül 2007 Cumartesi

Haykırış...



Haykır,bağır da duyulur mu bari sesin?Yalnız odanda bağırsan kime ne?Duymazlar ki sesini.Kısılır sesin.Sende sessizliğe gömülürsün.Direnmek boşa mı?Direncin kırıldığında.Sevdiğinde,sevildiğinde.Onlar da bittiğinde.Çare olur mu yakarışlar?Göz yaşları,yalvarışlar.Gidenin ardından dökülen göz yaşları geri getirir mi gideni?Haykırışlarını duyar mı giden?Duymaz.Neden o zaman bu kadar direniyorsun?Bu kadar haykırıyorsun?Ya döktüğün göz yaşları?Çığlıkların?Hepsi boşa değil mi?
Duyulur mu sesin boşlukta?Yankılanır mı haykırışların sonsuzlukta?Yıpratma kendini boşuna...
Hiç bir zaman duyulmadı çığlıklarım.Her ne kadar sesim çıkmasa da yüreğimden kopan parçaların sesi yankılandı içimin dört duvarında.Göz yaşlarını döktü içimdeki ufak tefek çocuklar.Her ağladıklarında bir tanesi eksildi.Herşeyden önceydi.Bir avuç dolusu çocuklarım vardı.Şimdilerde 2elin parmaklarını geçmiyor sayıları.Ama büyüdüler.Belki de ağlayarak büyümeleri gerekliydi.Belki de bu yüzden ağladılar sürekli.Şimdi daha güçlüler belki de.
Onların çığlıkları içimdeki dört duvara çarptıkça titredi bedenim.Onlar ağladıkça yaşlar süzüldü gözlerimden.Onlar haykırdıkça ben haykırdım.Belki sessiz.Onlar titretti bedenimi.Onlar haykırttı sessizce beni.Onlar ağladığı için döküldü yaşlar gözlerimden.Ben asla ağlamadım.Onlar ağladığı içindi o yaşlar...

14 Eylül 2007 Cuma

Almost Done...

Bir sigara bir sigara daha.Aslında bırakmalı bu meleti.Öksürtüyor,tıksırtıyor.Söylenenlere göre kanser de yapıyormuş.Söyleyenlerin yalancısıyım.Akciğer kanseri diyorlar.Valla ciğerlerim temiz hissedebiliyorum.Bir de şu öksürük olmasa.Sigara akciğer kanseri yapıyormuş,peh...
Bir hüzün daha yanıyor geceye.Karanlık geceye biraz daha karanlık katmaya.Bir tane bir tane daha.Bunu da bırakmalı.Her karanlık gecede hüzün tütmemeli.Ruh kanseri yapıyor.Sigaradan daha uzun süre kullandım bunu.Ruh kanseri oldum en sonunda.Tedavisi yok.Aslında pek zararı da yok.Arada sırada durduk yere hüzünlenme,eski defterlerin üzerindeki tozları üfleme,sıkıntı yaratma.Bunun haricinde çokta zararlı değil.Artık ruhum kanserken bıraksam fayda eder mi ki acaba?Kim bilir...Geçmişe dair her anıyı yaktıkça yakasım geliyor.Az biraz kaldılar pakette.Bir kaç dal sonra biterler...
Sigarayı da bırakmalı.Öksürtüyor.Söylenenlere göre de akciğer kanseri yapıyormuş...
Bırakmalı sigarayı...Bırakmalı hüznü...Bırakmalı geçmişe dair hafızalarda kalan anıları...
Bırakmalı...
Geçmişi geçmişte bırakmalı...

11 Eylül 2007 Salı

Gonca Gül...


Tomurcuk olmadan açabilir misin?
Emeklemeden yürüyebilir misin?
Aşk acısı çekmeden aşkın kıymetini anlayabilir misin?
Hüzünlenmeden mutluluğu bilebilir misin?
Açtığından solmaz mısın peki? Ya da yürürken düşmez misin?
Hayat aceleye gelmez. Herşeyin bir sırası vardır. Sırayla yaşarsın. Önce tomurcuklanırsın,sonra açarsın. Sonra solarsın. Tek tek dökülür o güzel renkli yaprakların yerini alan sarı matem yaprakların. Sonra bu devir daim devam eder...
Düştüğün zaman kalkmak için ellerini kullanırsın.Emeklediğin zamanlar gibi. Yeri gelir tutunursun,ilk adımlarında ki gibi... Hızlı koşmak için bir adım geri atarsın...
Bazen düşmek gerekir. Bazen solmak gerekir. Bazense bir adım geri gitmek gerekir. Ama acele etmemek gerekir. Solmalısın ki daha renkli açasın. Düşmelisin ki kalkmayı bilesin. Acı da çekmelisin. Mutluluğun kıymetini unutmaman için.Bir adım geri atmalısın ki,daha hızlı koşabilesin. Herşey sırayla,aceleye gerek yok...
Sıra sana geldiğinde hazır olmalısın. Koşmak için,düşmek için,keder için,acı için,mutluluk için...
Ve yeniden doğmak için... Yeniden açabilmek için...

8 Eylül 2007 Cumartesi

Uzaklar...

Gözlerim dalıyor yine uzaklara. Deniz mavisi gözlerine dalıyorum denizin maviliğinde. Kendimi bulmaya çalışsam da bulamıyorum,kayboluyorum gözlerinin engin maviliklerinde. Bir kibrit çakıyor gecenin karanlığında,sigaramla sevişen. Fahişe kibrit,yatıyor sigaramın altına her defasında...Bir sigara bir kibrit...Hayat gibi. Mütemadiyen monolog...
Gözlerim dalıyor ufuk çizgisinin ardına...Gözlerim dalıyor bir tanem gözlerinin ufkuna. Umutsuzluk değilde bu sefer,imkansızlıkların arına dalıyor. Lakin ufkunda var umutsuzluk... Gözlerinin ufkunda.
Gözlerin bir tanem. Benimle dalıyor mu ufka? İzliyor musun gün batımını oralardan. İki maviliğin seviştiği noktadan batarken güneş sana da göz kırpıyor mu?
Bir sigara da yattı fahişe kibritle gecenin karanlığına. Uzun değil,kısa soluklu bir sevişmeydi onların hikayesi...


Kalem arkası: Fahişe kibritin nefesi kısa olur. Sigara daha uzun soluklu yatar yatakta. Gözlerim bir fazla ufukta...Bir fazla uzaklarda...Uzaklarsa beni çağırmakta...

7 Eylül 2007 Cuma

Garip...

O'nun ismi "Garip". Kaderi de garip biraz. Yalnız ve de sahipsiz... Ne de olsa diğerleri gibi değil o. Motoru yok. Kürekle yarıyor dalgaları... Yaşlıda birazcık. Gençler gibi pvc denilen plastikten de değil. O'na dokununca bile hissediyorsunuz geçmişindeki izleri,çatlakları... Kurumuş verniği elinize bulaşıyor. Tıpkı dökülen bir deri gibi...

Garip olmak. Hayata karşı garip olmak. Garip bir duygu. Ya da kimsesiz olmak. Hayata karşı tek başına direnebilmek. Bu da gariplik değil mi? Yalnız hissetmek kendini... Çevrende onlarca belki de yüzlerce insan var iken kendini yalnız hissetmek... Garip bir duygu...

O'nun ismi "Garip"...

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Coffee...

Kahve içmeye bayılırım. Köpekten kaçtıktan sonra bir kupa dolusu kahvedir tek tercihim. Özellikle Mart aylarında çok içerim kahveyi. Uzun gecelerde uyanık kalmak gerek. Anlarsınız ya. Ben tam bir kafein bağımlısıyım.

Uzun yolların ardından,uykusuz gecelerden,biraz da hoş sohbetlerin ardından,biraz koşuşturmacadan,ilk molada,uyku öncesi,uyku sonrası kahvedir,tüm hastahane çalışanlarının dostu. Soğuk sabahlarda,sıcak akşamlarda ellerde birer kahve. Çalışan içinde hasta yakını içinde. Hastahane hayatı biraz daha farklıdır normal hayattan. Hep uyanıktır hayat orada. Orada ölüm ile yaşam arasında çetin savaşlar verilir. Katlar arası,odalar arası. Hastahanede yaşayan her canlı oradaki savaşın tanığıdır. Onlarda az uyurlar,belki uyumazlar. En sessiz anda bile bir ses vardır. Kedisinden köpeğine,ağacından böceğine. Herşey uyanıktır,uyanıkta kalmalıdır. Uzun yolların ardından bu hayatın dışında olan birine de gelir bir telefon. Uykusuz vaziyette açılır telefon,karşıda ki ses gel der. Uykusuzluk dağılır bir anda,bir kahve dağıtır,istikamet değiştirilir. Soluksuz gelinir hastahaneye. Öyle bir yerdir işte hastahane. Oradan gelen telefonlar ürkütücü olur daima. Uyanmak,uykusuz kalmak gerekir bazen... Uyunursa belki çok şey kaybedilir korkusudur. Bir de kahvedir bu uykusuzlukların nedeni...

Kalem arkası: Uykusuz geçen gecenin ardından yola düşüp geldiğim bir hastahanede sabah hengamesi içinde "uyanmak" için kahve içmeye çabalarken,kahveme eşlik eden sessiz dostuma hediyemdir...

24 Ağustos 2007 Cuma

Nazlı'm...


Nazlım benim. Gözleri baldan tatlı arım benim. Gidiyorum işte. Yine yol gözüktü bu seferiye. Bu sefer uzun soluklu bu gidiş. Bu sefer her zamankinden daha uzun sürecek bu ayrılık. Bu yollar nereye götürür yolcuyu,neler sunar önüne bilinmez. Tek bildiğim gitme zamanımın geldiği. Gün doğarken bu şehire ben terkederim bu şehri. El sallamadan sana Nazlı'm. Gözlerinde ki yaş duellolarını görmek istemem. Ağlama bu yüzden. Bu son bir veda değil. Bu bir terkediş değil. Bu sadece bir gidiş. Sen tatil de ben uzaklaşmak.
Geleceğim bekle beni Nazlı'm. Belki değişir gelirim. Belki değişmeden gelirim. Belki bir çizik daha eklerim gözlerimin kenarına. Belki bir tebessüm kondururum yüzüme çocukluğumda ki misket oyunlarından kalma. Ama dönerim.
Olurda dönemezsem Nazlı'm üzülüp ağlamayasın. Gözlerine yakışmaz yaşlar. Gülerek bakasın bir sonraki gün doğumuna. Hüzünlenesin,gün batımında. Dudaklarında olmasam da Nazlı'm,yüreğinde olduğumu biliyorum ya. Cehennem bile serin gelir bana.
Nazlı'm. Deniz gözlüm. Gün batımı kokulum. Şimdilik hoşçakal...


Kalem arkası: Yazılarıma bir süre ara veriyorum. Yollar beni bekler... Yani hikayeler,yeni yansımalar. Yolumuz karanlık,ay aydınlatır karanlığımızı. Yarar bıçak misali karanlığı. Kalın sağlıcakla ay ışığının duruluğunda...

23 Ağustos 2007 Perşembe

Rain...

Hani yağmur yağar. Bahar mevsimlerinde. İnsanın ıslanası gelir. Hani hiç bir acele olmadan yağmurda yürünür. Biraz önce açan güneşin ardı sıra yağan yağmurun altında. İşte öyle bir şey... İşte öyle bir şey bu aşk mevzusu. Bir bakarsın güneşlidir hava. İliklerine kadar ısıtır seni. Bir bakarsın ilk bahar yağmuru. Gülümseyerek devam edersin yoluna. Bir bakarsın da bazen boran olur. Kar kış kıyamet olur. Yağar tependen aşağı. Ağzına burnuna dolar kar. Yeri gelir nefessiz kalırsın. Tipi altında kardelen çiçeği misali. Beklersin sessizce karların altında. Ta ki bir daha ki ilk bahara,bir daha ki güneşin ışıklarıyla yıkanıncaya dek. Beklersin. Ve hayat derler buna. Güneşiyle birlikte kar altında yaşama. Aşkta bunun içinde geçer iste. Bir mevsim misali. Yaşar geçersin...

Kalem arkası: Fotoğraf bana ait değildir...

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Screamin'...

Ağaçlar. İnsanların muhtaç olduğu tek varlık. Tek canlı. Onlar olmadan yaşamda olmaz...

Ağaçlar kirli nefesimizi temizlerler. Hemde hiç bir ücret almadan. Kimisi vardır,sadece yağmur yağınca suya doyar. Su bile istemez insandan. Onun görevi bellidir. O insanlara hizmet için yaşar. Ufak bir tohum tanesinden gelişir yeşil yapraklarıyla. Ama acımadan yakarız onları. Tarla açmak için,villamız için arazi açmak için yakarız. Kolay da yanarlar. Bir kibrit,belki bir cam parçası yeter alevler içinde kalmaya. Kaçacak ayakları da yoktur. Sadece ağlarlar yanarken. Çığlık atarlar kabuklarından yükselen alevlerin verdiği acı yüzünden. Bu ağaçta ağlıyor. Yangında kaybettiği arkadaşları için. Siz de duyuyor musunuz onun çığlığını?

Nightology...

Nightologist olarak açtık yeni sayfamızı. Hayırlı olsun diyenimizde olmadı zaten. Zaten Nightologist olmak zordur. Yalnız ve gecenin kollarında yürürsün yolda. Şansın varsa ay gülümser yüzüne. Yoksa karanlıkta parlar gökyüzünde yıldızlar. Şimdilik ayımız da var,yolumuzda. Fotoğraf makinemizde piller dolu,yedekleri çantamızda. Biraz Hüzünbaz Satırlar,Biraz Bir varmış Bin yokmuş tarzında yaklaşımlarla devam edeceğiz yolumuza. Gece uzun,gece sessiz. Neler görecek bakalım bu objektif. Neler yansıtacak hayata dair... Ve biz de neler karalayacağız "O An"lara dair...


Kalem arkası: Resim bana ait değildir...