21 Temmuz 2008 Pazartesi

Taşındık...

Taşındık. Buradan başka bir yere. Size de adresimizi bıraktık... :)





Kalem arkası: Evet biliyorum bir yönlendirme ile daha kolay olurdu. Ama o işi çözemedim. Şu anda da uğraşmak istemedim. Tıkla gitsin işte linke... Uğraştırma beni okuyucu... :)

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Kahrolası Otobüs Yolculukları...

Oldum olası gıcık kapmışımdır otobüs yolculuklarına. Salak
ve bilinçsiz çocukluğumdan bu yana nedenini bir türlü çözemediğim artık çözmeye
de uğraşmadığım bir yolculuk içindeyim. Abartmıyorum. Yaptığım km.ler dünyanın
çevresini iki kere dolanır bir de üstüne bağ atar. O derece bir yolculuk
içindeyim. O zamandan galiba gıcık kaptım. Şimdilerde de üzerimden atamıyorum.

En iyi yolculuk eğer kısa ise kesinlikle uçak. Ama uzun uçuş
saatlerinde ki bu saatler genelde 5saati geçen saatlerdir. O kıç kadar koltuğa
sığamamak, dizlerle öndekinin böbreklerine girişimde bulunmak, bunun sonucunda
dizlerdeki morarmalardan ötürü uzun uçuşlar da bana göre değil. Ama bu işe
çözüm buldum. Ege yöresinden efe oyunları öğrendim. Her uzun uçak yolculuğunda
tüm ege yöresini oynayaraktan morarmaların kısmen önüne geçmiş oldum. Karadan
gitmekte ise ilk tercihim tren. Çünkü bir kere yemekhanesi var. Yersin içersin.
Yolculuk 12değil 24saat olsa rahat rahat katlanırsın. Yersin içersin. Hatta
sıçabilirsin. Her ne kadar ray üzerine sıçmak gıcık bir durumda olsa sonuçta
bir ihtiyaç…
Geçersin yemekli vagona. İki bira atarsın bir de cigara tellendirirsin yanına.
Ohh… Git uyu koltuğunda. Sabah kahveni al, bir de sigara patlat yanına. Deme
keyfine. Galiba sigara yasaklanmış trende. Uzun süredir tren yolculuğu
yapmadığım için bilgim yok. Ama yasaklayan zihniyetin içine edeyim… Neyse
konumuz sinir bozucu otobüs yolculukları olduğu için konuya dönüş yapıyorum.

Tam bir kabustur otobüs yolculukları. Hele de gece
yapılıyorsa bu yolculuklar. O 40küsür yolcudan mutlaka birisi dozeri
çalıştırır. Bir de velet olursa deme keyfine. Gecenin yarısında ağlar. Tamam
ağlamasına pek bir şey diyemem. Sıkıntısı vardır. Ama ondaki sıkıntı sende
sinir yapar. Sabah yolculuklarında ise yol tutanlar uyur, sıkılanlar uyur. Ama
o sabah yolculuklarının sinir bozucu kısmı velet kısmıdır. Onlar uyumaz.
Uyumadığı gibi çevresine rahatsızlık verir. Koltuğun tepesine çıkar. O jilet
benzeri tırnaklarıyla kafa derini yüzmeye çalışır. Yavrum evladım o bana
lazım,otur yerine eşşolueşşek çekesin gelir ağzının dolusuyla. İçinden söylersin
huzuru aramaya da başlarsın. Bir de anlamadığım bir nokta iste bu veletlerin
ebeveynleri çocuğu oturtturmaz. O çocuk senle alakalı ya,adam üstünden atmış
kendi rahatına bakıyor. Şöyle dönüp bir çocuğa iki anasına babasına patlatasın
gelir ama yapamazsın. Çocukları sevmediğimi zannetmeyin. Severim ama çocuk
olanı. Şeytan bozması veledi değil…

Bu yolculuklarda bir de yanında oturan muhteremin gizli bir
planı vardır. O yanında oturan her kimse senle akraba olmaya çabalayacaktır.
Beni rahat bırak hemşerim surat ifadesinden hiçbir şey anlamadıkları gibi o
bitmek tükenmek bilmeyen soruları sürekli sorar. Bu yüzden asla otobüse kişisel
müzik çalarsız binmem. Biner binmez takarım. Sağır olacağımı bilsem de yine
takarım. Yeter ki akrabalık soruları olmasın. Benim soyağacım belli, ona piç
çıkma. ( Piç çıkması bilmeyenler için söyle açıklayayım: Ağacın dibinden çıkan
küçük ağaççık. O büyük ağaçtan beslenir. Yeri geldi mi öldürür. Piç işte ne
bekliyorsun… ) Bir de eskiden, halen var mı bilmiyorum, fırt gırgır diye aşırı
bel altı karikatür dergileri vardı. Onları alır binerdim. Ya da satanizmi
andıran karikatür dergilerini alır binerdim. Ama bir avukat emeklisi bu yöntemi
çökertti. Geçen muhabbet aynen şu şekilde oldu: “Ne yazıyor amcam orada…”
“Senin mınının dtunun…” diye giden bir küfür yazıyordu ki gel de anlat bunu
şimdi benim yeni amcama. Bir de beyin özürlüler vardır. Bunlar bildiğimiz
özürlüler değil ama. Bunlar var olanı kullanamayan özürlüler. Örneğin
telefonlar yasak ibaresi otobüsün her yerinde yazar. Ama o özürlü ahmak o
telefonu şehir çıkışına kadar açık tutar. Baktı fark edilmiyor. İnene kadar
kapatmaz. Bir de bilet kontrol özürlüler vardır ki bunlar iki kısımdadır.
Bileti alırken kontrol etmeyenler. Bir de yerini bulurken koltuk numarasını
kontrol etme özürlüler vardır. İlk kısım için gerçekten gerizekalı olduklarını
düşünüyorum. Bileti verirken satış görevlisi mutlaka der bileti kontrol edin
imza atın diye. Ve her bankoda her otobüsün koltuk numaralarının örnekleri
vardır. Sen cam kenarı istersin adam veriri 9numara koridor tarafı bakarsın bu
yanlış dersin. Bilet değişir. Alırsın 8 numaranı. Ama bu özürlüler bunların hiç
birini yapmadığı gibi otobüsün hareket anında yerine oturmak isteyen birisi
geldiğinde fark eder. Ve işte size bir kavga olayı… Bir de bileti alır. Her
şey tamamdır. Koridor tarafıdır yeri.
Gelir cam kenarına oturur. Yerine gelip oturmak isteyen olunca ee burası
9numara değil mi? Yahu orada yazıyor. Neresi ne. Koltukta yazıyor neresi ne.
Bunu algılamamak ne demektir? Bu karşısındakini enayi yerine koymaya
çalışmaktır. Fark etmezse ihtimaline göre yapılan bir davranıştır. Buradan
sesleniyorum. Angut olduğunuz fark ediliyor. Yemezler… Tüm bunların haricinde
yazın ortasında donanlar, kışın ortasında yananlar olur. Klima ve kalorifer
alerjisi olan bu insanlar donup öleceklerini zannederler, ki bunlar genelde
önde otururlar, arka sıradakilerin canı çıkar.

Ve otobüs yolculukları böyle ilginçliklerle sürüp giderken
sinirsel katsayını arttıran her türlü olay olurken, arada sırada verilen
ihtiyaç molasında kendine gelirsin. Bir sigara, bir kahve… Tüm sinir stres
kaybolur… Tüm otobüs yolculuklarına maruz kalanlara Allah’tan sabır dilerim.
Başka da bir şey demem… Allah düşürmesin… :)

Kalem arkası: Ne zor işmiş kitap yazmak. Kitlendim. Aslında kitlenmedim. Bugünlerde yoğunluktan yazamıyorum. Bu yazıyı da At Gözlüğü'ne hediye etmiştim. Geri çaldım. Yazı giremez oldum. :) İdare edin bir süre daha...

30 Haziran 2008 Pazartesi

-VIII-

Karanlık. Karmaşık. Bir ses vardı ona gel diyen. Yetiş diyen. Elini uzatıyor eli uzanmıyordu. Sesin sahibi göründü. Elini uzatıyordu yardım et diye. Kara kara giyinmiş adamlar sarmıştı eli uzatanın etrafını. Tutmuşlar omuzlarından çekiyorlardı karanlığa doğru. Yüzü gün ışığı gibiydi. Işıldıyordu. Ama karanlığa sürükleniyordu. Yardım et diyordu. Elini uzatıyordu. Tutamıyordu. Ona doğru koşmak istiyordu. Koşamıyordu. Yürüyemiyordu bile. Bir şey ayaklarından tutuyordu. Her yer karanlıktı. Her yer zifiri karanlık. Ulaşamıyordu. O ise karanlığa sürükleniyordu. Hiçbir şey yapamıyordu…

Kan ter içinde uyandı uykusundan. Gökyüzündeki yıldızlar parlıyordu. Dili damağı kurumuştu. Mutfağa gitti. Bir bardak su içti. Halen terliyor. Halen titriyordu. Korkmuştu. O yardım istiyordu ama ona yardım edemiyordu. Bir bardak daha su doldurdu. Pencerenin kenarına gidip bir sandalye çekip oturdu. Bir sigara yaktı karanlığa. Düşüncelere daldı. Her kulaçta onu gördü düşüncelerinde. Kendine kızdı sonrasında. Takıntı bu dedi kendi kendine. Aslında kendisi de biliyordu takıntı olmadığını ama öyle olması gerekliydi. Sevmemesi gerekiyordu. Sevgi yanında özlemi getirecekti bunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden istemiyordu sevmeyi. Kendine sürekli takıntı bu diyerek kendisini avutmaya çalışıyordu. Ne kadar dese de pek inanmıyordu. İnanmak istemiyordu aslında. Bazı şeyleri artık çok daha iyi ölçüp biçebiliyordu. Bunu iyi biliyordu. İnanmak istemiyordu çünkü belki de yıllarca beklediği kişiydi o. Ama yine de takıntı olmalıydı bu. Sevmemeliydi çünkü sevgi özlem getirecekti. Özlem ne ona faydası olurdu, ne de kendisine. Özlemsiz olmalıydı. Özlem olsa bile geçici olmalıydı. Ama severse biliyordu ki gelecek özlem kısa olmayacaktı. Takıntı dedi yeniden. Bu sevgi değil takıntı sadece dedi. Aslında biliyordu onu sevdiğini. Kendisi özlemeye alışkındı ama özlem bir zehirdi. İçilen her gün zehirleyen... Kendisi alışkındı. Özlemin zehrine. Bu yüzden sevmekten korkmuyordu. Onun kendisini sevmesinden korkuyordu. O bu zehri tatmamalıydı kendisine göre…

Sigarası söndü. Bir tane daha yakacaktı vazgeçti. Takıntı dedi bir daha… Sonra kızdı. Ne takıntısı dedi içinden. Basbayağı seviyordu işte. Yatağına uzandı. Yıldızları seyrederken uyuyakaldı…

24 Haziran 2008 Salı

Kitap Arası Atıştırma...

Olmayacak duaya amin demekle bir şey olmaz. O yine olmaz. O yine gerçekleşmez...
Şelaleye karşı kürek çekilmez. Mutlak yorgunluk çıka gelir. Kürek düşer,kayık düşer şelaleden...
Bazı imkansızlar vardır. Olmaz,olamaz. Eninde sonunde gerçekleşir...

Bazende bazı imkansızlar zaman alır. Güç alır,emek alır. Var olan gücü,var olan emeği olabildiğince emer. Olmasının tek şartıdır. Ama her zaman güç sarfedemezsin. Bazen gücün tükenir. Canın sıkılır. Bittiğini hissedersin. Bir kaleye saldırmak gibidir. Kale feth edilemez her zaman. Askerleri gücün tükenir. İnatla olacak iş değildir. Bir adım geriye atarsın. Bir adım geriye atmalısın ki zıplamak adına. Gücünü toplayıp tekrar saldırmak adına. Gücünü toplayıp imkansızı başarmak adına.
İşte öyle bir andayım. Bir adım geri atmalıyım. İnadın çare olmadığı anlardan kurtulmak için. Sonra tekrar gelirim. Tekrar imkansızı başarmaya çabalarım. Bu işte yalnızım. Kimseden yardım almıyorum,kimseden güç almıyorum. İster istemez betona çarptığımda bir süre afallıyorum. Buna benzer bir anı yaşadım bir kaç gün önce. Kendimi yenilemek,kendime çeki düzen vermek,güç toplayabilmek adına bir süreliği kayboluyorum yine,yeniden. Biraz uzun olacak gibi bu sefer. Canım fazlaca sıkıldı. Çok sıkıldı...

Kalem arkası: Yol nereye giderse oraya gitmek üzere...Uzunca bir süre...Şimdilik hoşçakal...

18 Haziran 2008 Çarşamba

-I-

Hüzün katkılı satırlardı yazarın yazdığı. Birkaç saçma kelimeden oluşuyordu paragrafları. Ustaları hep bırak okuyucun anlasın demişti. Bu yüzden hep satır aralarına gizliyordu yazacaklarını. Aslında paragrafları hep anlatacaklarını gizliyordu. Aslında kendini gizliyordu sayfalara. Bir bakıyordunuz bir sevda türküsü gizliydi satır aralarında, bir bakıyordunuz hüzün bahçesiydi gizlenen satırlara. Aslında hep aynı şeyleri yazıyordu. Çok farklı şeyler değildi yazdıkları. Hep kendini anlatıyordu. Kendi içinde büyüttüğü, kimsenin ismini bilmediği bir sevdayı yaşatıyordu gizliden. İçten içe. Bir tek satırları onun sırdaşı oluyordu. Birde eğer anlarlarsa okuyucuları anlıyordu. Ama o hep O’nun anlamasını istemişti. Bir kez olsun yazdıklarını anlamasını dilemişti. Son kez daktilonun başına oturduğunda… Bu son hikâyesi olacaktı. Yazmayacaktı bir daha. Zira anlamıyordu. Okuyucuları anlasa da O anlamıyordu. Çünkü bu hikâyelerin bir yazarı bir de sahibi vardı. Yazar yazıyordu ama sahibi anlamıyordu, O’na yazıldığını. O anlamadıkça yazıyordu. Daha açık olmaya çalışıyordu. O yazdıkça içinden bin parça kopuyordu. Yazmasa zaten taşıyamıyordu bu yükü. Altında eziliyordu…

Daktilosunun başına geçtiğinde sabaha karşı olmuştu. Kan çanağı gözleriyle baktı beyaz, bomboş kâğıda. Arkasındaki teypte çok eski bir şarkı çalıyordu. Zaten pek yeni şarkılarda bezi yoktu. Sıcak çayın dumanı yükseliyordu bardağından. Bir de sigara tellendirmişti yanına. Camdan dışarı baktı. Karşıdaki binada tek bir ışık yanıyordu. Üşüyerekten. Kendi odasındaki ışıkta oldukça solgundu. Ölü gibiydi adeta. Sigarasından bir nefes çekip, çayından bir yudum aldıktan sonra hafifçe okşadı parmakları daktilosunu. Gecede çığlık attı bir anda daktilo. Parmakları yıllardır alışmıştı klavyeye. Sanki iki sevgili gibiydi parmakları ve klavyenin tuşları. Her yazı yazmak için oturduğunda sanki parmakları biliyorlardı nereye gideceklerini. Ne yazacaklarını biliyorlardı. Zaten hiçbir zaman şunu yazayım bundan sonra dememişti. Hep aklına gelenle daktilonun başına oturmuştu. Parmakları klavyenin tuşlarıyla dans ederken bir şeyler çıkmıştı ortaya. O hep yazarken düşlere dalardı, parmakları ise yazardı...

Kendine geldiğinde ise saat 4’ü bulmuştu. Sayfayı yarılamıştı. Pek sevmezdi çayı soğumadan yazdığı yazıları. Belki binlerce yazı yazmıştı ama kayda değer bulmadığı çok fazla yazısı vardı. Onun için çayı soğumadan yazdığı yazı beş para etmezdi… Ansızın tüm bu düşüncelerin arasından O’nun gülümsemesi düştü aklına. Ne de güzel gülerdi dedi kendi kendine. İnsanın içi açılırdı dedi. Sanki o gülünce tüm dertleri bitiyor gibi hissederdi dedi kendi kendine. Gerçektende öyleydi. O gülerken, gözleri gülerdi, içi gülerdi. O kadar güzel gülerdi. Sonra tüm bunları yaşatan geldi aklına. Kader dedi. Hep kadere boyun eğdik dedi. Hayatı boyunca gerçekten de her şeyi başarabilmesine rağmen bir türlü kaderi yenmeyi başaramamıştı. Kader onu ayrı koymuştu. Kader olmasaydı belki her şey farklı olurdu dedi. Belki ben bir yazar olmazdım ama ona şiirler yine de yazardım dedi. İnsan o gözlere bakıpta bir şeyler yazmaması imkânsız zaten dedi içinde… Çayı da bitmişti. Kül tablasını da çay bardağına eşlik etmesi için beraberinde alarak mutfağa gitti. Biraz daha demli bir çay koydu. İki tane de tatlandırıcı attı çayına. Hayatım yalan dedi. Çayımda ki şeker bile gerçek şeker değil dedi. Kül tablasını da çöpe boşaltıp tekrar odasına, daktilonun başına geri döndü. Tam daktilonun başına oturacakken vazgeçti. Sandalyesini camın önüne çekti. Hava sıcaktı, pencere ise zaten açıktı. Hafif bir meltem esiyordu denizden. Denizin kokusunu getiriyordu odasına. Derin bir nefes çekti. Yarın ilk iş deniz kenarına gitmek olsun dedi. Yapmayı en çok sevdiği şeylerden birisiydi bu. Denizin kenarına da inmezdi. Falezlerin oradan bir sigara yakardı gün batımına. Bir sigara içer, kalkar geri dönerdi. Çayından bir yudum aldı. Eli paketine uzandı. Paketteki son sigarasını yaktı. Dumanını yele üfledi. Yel aldı götürdü dağların ardına dumanı. Ahh dedi, keşke şu içimdekini de alıp götürse bu yel dumanı alıp götürdüğü gibi. Ama alamadı yel, ağır geldi yele bu yük. Ama yine de mutluydu. Tüm bunlara rağmen mutluydu. Çünkü O olmasa tüm bunları asla yazamazdı. Ama dedi, keşke o olaydı da ben bunları yazmayaydım.

Daktilo çığlık çığlığa yırttı gecenin sessizliğini tekrardan. Sanki bu sefer daha isyankârdı kelimeleri. Daktilo bir fazla ağlamaya başladı. Sanki yalvarıyordu artık bırak dercesine. Ama o bu gece yazacaktı her şeyi. Her şeyi anlatacaktı. Ayrılık zor işti, hele de kavuşamadan ayrılık yaşamak daha zordu. Ama elinden bir şey gelmezdi. Kimsenin bir faydası da olmazdı. Kendisi de bir şey yapamazdı. Çünkü bu sefer oyunu oynayan kaderdi. O oyunu bozmak hangi ölümlünün haddineydi. Ondandır bozamadı oyunu. Ama uğraştı. Didindi. Ancak bozamadı oyunu. Oyunun kuralları çünkü baştan yazılmıştı. Çayında ki tatlandırıcı gibi yalan bir tattı hayat onun için.

Daktilosundaki kâğıdın sonuna geldi. Çekip çıkardı kâğıdı. Sol yanına koydu. Yeni kâğıdı usulca, dikkatlice yerine sürdü. Devam etti yazmaya. Gecenin sessizliğini yırtmaya devam etti daktilosunun sesi… Ve sabaha kadar durmadı bu çığlıklar…

14 Haziran 2008 Cumartesi

Şimdi Sıra Tatilde...

Vay be ne çabuk geçiyor koca bir sene. Göz açıp kapatmak da ne kelime. Işık hızında... 1 sene boyunca dur durak dinlemeden çalışıyorsun. Ardından ufacık bir tatil seni bekliyor. Ama o tatilin tadı hiç bir şeyde de olmuyor. Çünkü bir yıl boyunca hep o tatili gözlüyorsun. Bir asker misali şafak sayıyorsun,bir mahkum gibi duvara çentik atıyorsun. Ve geliyor sonunda tatil. İşte o beklenen tatil. Plan kusursuz,herşey yolunda giderse aylardır hayalinde planladığın tatil seni bekliyor oluyor...

Kalkıpta size anlatmayacağım ne kadar çok çalıştığımı. Size başka açıdan bir seneyi anlatacağım. Bu koca bir yıl boyunce ne yaptığıma dönüp baktığımda gülümseyebiliyorum. Çünkü hep istediğim şekilde yaşadım hayatım boyunca. Ama ister istemez ertelediğim çok şey de oldu. Onları yaptım bu bir sene boyunca. Kendini geliştirmek adına yapabileceğimin bir kısmını yaptım. Ama bu kısım kendi içinde çetrefilli kısımdı. Çünkü bir tek bana bağlı değildi. Çok fazla etkeni vardı ve bu etkenlerden en büyüğü ise zamandı. Zaman üzerinde kontrolüm yoktu. Bu yüzden o etken ne şekilde işliyorsa ona ayak uydurmak zorunda kaldım. Bu da sabrımı güçlendirdi. Daha sakin bir tip oldum çıktım. :) 1 yıl öncesinde aceleciydim.

Fedakarlığı öğrendim. Kendim için kendimden fedakarlık yapmayı öğrendim. Başkaları için fedakarlık yapmayı da öğrendim aynı zamanda. Bunları yaparken,her koyun kendi bacağından asılır sözünü bir kez daha doğrulayıp,bir insanın kendine ettiğini bir başkası edemez lafını ise büyük puntalarla kazıdım aklıma. Kimsenin kimseye yararının dokunmadığı bir garip seneydi. Herkes kendiyle ilgiliydi çoğu zaman. Ama yeri geldi dert ortakları boldu. Zira herkesin derdi hemen hemen aynıydı...

Güzel bir yol aldım kendim için söylemek gerekirse. Ama en çokta duygular konusunda iki yakamı toplayabildim. En çokta şu aşk olayında kendimi topladım ya o en çok sevindiğim nokta oldu. Zira popüler kültür misali yaşadığım aşkların aşk olmadığını anladım. Aslında onlar sadece magazin kısmıymış aşk gazetesinin. Ağır kısmı köşe yazıları olduğunu farkettim. Onları anlayabilmek içinde biraz birikim olması gerektiğini öğrendim. İyi ki tekrar öğrenebildim...

Kendimi farkettim. Tekrar bir keşfe çıktım kendimde. Yeni yeni şeyler farkettim. Eski unuttuğum o güzellikleri yeniden keşfettim. Yeniden öğrendim. Zevkli bir yıldı işin özü. Keşifleri bol,tekrarları bol. Eğitici ve öğretici bir yıl oldu benim için. Daha anlatmadığım o kadar çok şey var ki. Ama bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Yeni insanlar tanıdım. Yürekleri kocaman insanlardı onlar. Gözlerinden ışık saçıyorlardı her birisi. Henüz saf ve temizdiler. Daha henüz hayat,o kara ellerini uzatmamıştı hiç birisine. Bu sevindirici bir durumdu onlar için. Ama henüz onlar belki bunun farkında bile değiller. Umarım hiç birisine o kara eller dokunmaz. O kocaman yürekleri hep kocaman olur. Gözlerindeki ışıklar hiç bir zaman sönmez...

Tüm bu sıkıntı,tüm bu değişimin ardında ise bana güç veren birisi oldu. Ailemin haricinde biriydi o kişi. Akıl danıştım,danışmakla kalmadım. Düşüncelerine de önem verdim. Söz dinledim. :) İsmi bende gizli şimdilik. Ama sonra bir gün olacak. İsmi bu sayfalarda geçecek. Ama henüz gün o gün değildir. :) (Sen inanma. İnanç,emekle birleştiğinde karşı koyulamaz bir güç ortaya çıkar... :))) )

Bu 1yıl bana çok zor geldi. Değişimler,çalkantılar,yıkılmalar ve yeniden yapılanmalar... Tüm bunlar güç istedi,emek istedi,çalışma istedi. Hepsi kendisine göre önemli şeylerdi. Ve hepsinin üstünde önemle durmak gerekirdi. Hiç birini es geçemedim bu yüzden. Ve bu yüzden,bugün,ardıma baktığımda çok yol katettiğimi görüyorum. Acısıyla,tatlısıyla. Acıları bıraktım oldukları yerde,güzel anları aldım yanıma...Ve çok yoruldum. Dinlenmek istiyorum. Benide en çok dinlendiren,yollardır. Yeni yüzler görmek,yeni insanlar tanımak her gittiğim yeni yerde. Yani benim tatilim başkalarına biraz yorucu gelir. Şimdi yola çıkma zamanı artık. Yol nereye giderse bende oraya gideceğim... Herkese iyi tatiller diliyorum yazımın sonuna geldiğim şu anda...

Değiştim dedim...
Değiştim...
Ama...

Bir tek gözlerim değişmedi yine...
Bir tek gözlerim...



Kalem arkası: Sordum neredeydin bunca zamandır diye ilham perime... Yanıtladı yine o bilgiç tavırlarıyla...
"Yıllardır çalıştım senin için... Ufak bir tatil verdim kendime..." diye...

9 Mayıs 2008 Cuma

Perde...

Hayat tek kişilik bir tiyatro. Her gün yeniden sahnelenen bir oyun. Oyuncu sen,senarist sen,yönetmen kader,oyunun ismi Hayat... Yönetmen biraz huysuz. Biraz sinirli. Ne yapacağı belli olmayan bir yönetmen. Ne yapacağı önceden kestirilemeyen... Ve tek oyuncu sensin. Başrol oyuncusu sen,yardımcı oyuncu sen... Kılıktan kılığa,rolden role;bir hengame bir koşuşturmaca... Ve sırf bu yüzden oyunun tadını alamıyorsun. Ya da yeterince keyfine varamıyorsun...

Senaryon... Yazmak için çaba gösterdiğin,o en güzel senaryoyu yazmak için emeklerini düşünmeden harcadığın senaryo sadece bir taslak yönetmenin için. Bu yüzden de oyunun doğal. Doğaçlamalarla süslenmiş bir oyun. Repliklerin bile o anda aklına gelenler. Kaderin yönetmenliği altında doğaçlama bir oyun. Ve bu yüzden her oyun bir önceki oyundan çok farklı değil. Birebir kopyası da değil. Nüans farkı... Yani her oyun bir öncekinin tekrarı ve her oyun, yeni bir oyun...

Her oyun gibi,bu oyunda seyircisiz olur mu hiç? Her gün o izleyiciler artıyor. Bazen de azalıyorlar. Ama senin için o salonda tek bir kişi var. O oyunu sahneleme nedenin. Yani salonun ne kadar kalabalıkta olsa protokol koltuğunda bir kişilik yer var. Çünkü o senin sahneye çıkarıp tek kişilik oyununu iki kişilik bir oyuna çevirmek istediğin konuk oyuncun. Eğer dostum,becerebilirsen,o da seninle sahne alacak. Beceremezsen,izleyecek bir süre. Belki bir gün,belki bir ay belki de bir yıl. Sonra sıkılıp gidecek. Ve yerine yeni bir kişi gelecek. Bu yüzden senaryon iyi olmalı. Çünkü yönetmenin asabi. O gittiğinde senaryondaki eksiklikleri farkedersin. Onun gidişi yeni bir oyunun sahnelenecek olması. Biraz farklılık. Senaryonda bir takım değişiklikler,yanlış yazılmış kelimeler de değişmeler... Ardından bir daha açılan bir perde. Ve öyle bir gün gelecek sevgili dostum; o gün sahne aldığında o şimdiye kadar yazdığın en iyi senaryo olacak elinde. O protokoldaki oyununa,oyunculuğuna hayran kalacak. Ve seninle sahne almaya başlayacak. İşte o zaman herşey daha güzel olacak. Seninle beraber yazacak senaryoyu. Sahnede repliğini unuttuğunda fısıldayacak kulağına. Senaryon daha kusursuz olacak. Ama yönetmen değişmeyecek. O yine aynı asabi,aynı huysuz yönetmen olacak... Ve bu oyun ikinizden birisi sahneden ayrılıncaya kadar devam edecek. İşte o zaman tüm seyircilerin seni ayakta alkışlayacak. Sizi alkışlayacaklar. Sahneden her kim ilk ayrılırsa onu omuzlarında taşıyacaklar. Tabi tüm bunlar en azından bir kez olsun iyi bir oyun sahnelediysen olacak. Ama bunu yapamamışsan,sessizce terkedeceksin tiyatroyu. Ve unutulacaksın. Ama bir kez dahi olsa iyi bir oyun çıkarmışsan bir kişi bile olsa adını yazacak tiyatronun duvarına. Bir kişi dahi olsa zaman geçtiğinde seni anacak...

Nereden mi biliyorum dostum bunları? Ya da bunlardan bu kadar eminim. Çünkü şimdiye kadar bu senaryoyu 20'ye yakın değiştirdim. Hatta öyle zamanlar oldu ki,tüm sayfalarını tek tek yakıp yeniden yazdım. Sıfırdan... O kadar çok hatayla dolu senaryolar yazdım ki,düzeltmek imkansızdı. Uzun zaman önce tekrar yaktım senaryomu. Şimdi yeniden yazıyorum. Bir kelime üzerinde saatlerce düşünerek yazıyorum senaryomu. Bu yüzdendir 10dk molanın bu kadar uzaması. Perdelerin bu kadar uzun süredir kapalı kalması. Yardım alıyorum tüm bunları yaparken. Dostlarımdan,arkadaşlarımdan,akıl danıştığım ustalarımdan. Yardımlarıyla yazıyorum bu senaryoyu. Çünkü,gün geldiğinde,perdeler açıldığında,o protokol koltuğundaki en önemli seyircime en güzel oyunumu oynayacağım. Aşkla,sevgiyle,sevdayla. Ve gün geldiğinde benimle sahne alacak...

Biliyorum dostum uzun oldu bu ara. Biraz da sıkıntılı oldu. Duydum ki kahve bitmiş kantinde. Ama biraz daha sabır dostum. Birazcık daha sıkıntı. Ve perde sesini duyacaksın. Açılacak perde,son kez açılacak hemde. Çünkü o en güzel oyun olacak. Sana müjdeyi vereyim. En geç Eylül 2008'de perde açılacak. Ön gösterisi,provaları başlayacak Eylül 2008'de... Ve protokol şimdiden belli... Ama birazcık daha sabır... Bu bekleyiş,en güzel olanı bekleyiş olacak...

Hayat oyunu ağlayarak başladı. Ama gülümseyerek bitecek. Sana bir sır olsun dostum gelecek oyunla ilgili.O oyun öyle olacak ki,gelen bir daha gelecek,bir daha görmek isteyecek. Gidenlerse bir daha içeri alınmayacak. Ve görmeyenler pişman olacaklar. Çünkü bu oyun özel gösterim olacak. Söyle şimdi hissedebiliyor musun perdenin arkasındaki hazırlıkları. O sıcaklığı... O ateşi... Ve o ışığı... Perdeler açıldığında bir güneş kadar parlak olacak sahne. Ve bir güneş kadar sıcak... Sana söz veriyorum...



Kalem arkası: Yönetmene inat... Kadere inat... Gülümseyebilmek...

7 Mayıs 2008 Çarşamba

Var Oluş-Yok Oluş...


Gözlerinde anlam buldum...
Gözlerinde yok oldum...
Bir vardım...
Bir yok oldum...
Bin kere yok oldum..
Bin kere doğdum...
Bin kere öldüm...
Binbirinci seferde...
Bittim...
Dayanamadım...

6 Mayıs 2008 Salı

Sevmek Zor Zanaat...

Sevmek zor zanaat. Hele de karşılık beklemeden sevmek. Belki bir gün sever ümidini taşımak hele de omuzlarında... İşte o en zor zanaat. Ama ödülü büyük. Ama mutluluğu büyük. O hep özlemle beklenene kavuşmanın mutluluğu. Tadı... Geriye dönüp bakıldığında o acı dolu özlemli günler bile tatlı gelir.
Sevmek birini sevmek. Sevebilmek. Karşılık beklemeden. Onu o olduğu için sevebilmek. O seni sevmese de. İşte en güzel duygu. Sevginin en saf hali. Hep onun mutluluğu için didinebilmek. Kendini bir köşeye atıp o mutlu olsun yeter ki diyebilmek. İşte sevebilmek. Bazen yüreğine taşı basmak. Ama o ağladığında ağlamak,o güldüğünde gülümseyebilmek...
Ve aradaki kilometrelere inat yanında olabilmek.
Ama en çokta anlayabilmek...
Sevmek zor zanaat... Karşılık beklemeden,sadece sevmek... Sevebilmek... Aylarca... Yıllarca...

22 Nisan 2008 Salı

Düşler Ülkesinde Kabus...


Düşler ülkesinde kabus görenim ben. Bir o kabustan bir diğerine. Pembe hayalleri ilkokul sıralarındaki ilkbahar mevsiminde bırakmıştım. Ondan sonrası her kabus görenle aynı hikaye...

Ümitler... Hiç olmayan ümitler. Umutlar; hiç gerçekleşmeyecek ümitlere iliştirilmiş kaçak yolcular... Ve gün batımıyla başlayan kabuslar... Gündüz düşlerinde kabuslar... Gözler hep uzaklara hasret... Hep uzaklara dalgın... Hep uzaklara sevdalı...

Olmuyor olmuyor. Kelimelerim kaçaklarda,kelimelerim firarlarda... Yazacak çok şeyim var ama duruyorum. Susuyorum. Dalıyorum uzak diyarlara. Bir maviliğe bırakıyorum gözlerimi. Ve iki maviliğin kavuştuğu o yere doğru. Gidesim var,gidemiyorum. Kalasım hiç yok. O ufukta neler var merak ediyorum. Neler var zamanın sırtındaki hediye torbasında. Hediye mi yoksa cezalar mı var? Ne var akrebin yelkovanı kovalamasının ardında? Ya da yelkovanın akrebi kovalamasında?


Sorular sorular ve yine sorular... Bir soru daha var...

.....


Neden?
Her nedenin nedeni nedendir...
Kabuslarımın nedeni ne?
Düşler ülkesindeki kabuslarımın nedeni ne?
Neden?
Dinliyorum,anlat...



Kalem arkası: Sevgili dostuma modelliği için teşekkürler...

12 Nisan 2008 Cumartesi

Madem Öyle...

O halde hoşçakal... Anlamsız gidişinle nedenleri de yanında götürüyorsun bu sefer. Sanki düşman gibi,sanki yaşanmamış gibi... Anlamsız ve de gereksiz...
Üzgünüm hep dediğimi diyeceğim işte... Kelimelerime tekrarlar yaptıracağım. Hep duyduğun ama hiç umursamadığın şeyler yazılacak tekrar ve de tekrar... Üzgünüm sevgilim,sen beni hiç umursamadın. Halbu ki ne sevda taşırdım sana kuşlardan küçük yüreğimin üstünde. Ne yalan vardı içinde ne dolan. Ne de bırakıp gidebilecek kadar cesaret. Saf ve temiz. Tıpkı ilk aşklarda olduğu gibi. Sadece sevgi vardı küçük kalbimde. Sevdasında büyüyen kalbimde. Bir sevda türküsü gibiydi,hiç bitmemeceye radyoda çalan. Bir çiçekti karların arasında açan. Ama gidişinle hepsi bir anda bitti. O çiçek açamadı... Radyoda hiç çalmadı. Ama yine de,yine de dudaklarımda bir mırıltı oldu,o türkü. Ben hep söyledim. Sensizken de senleyken de... Hiç bıkmadan sürekli söyledim. Ve o çiçeğin başını bekledim belki açar diye... Ama o hiç açmadı...
Şimdiye kadar ile devam ediyorum cümlelerime... Şimdiye kadar sevgili,sevildin sevilmedin,sevilmedin sevdin... Ama şimdiye kadar hiç çok sevildin mi? Sen olduğun için hiç sevildin mi delicesine? Ama gerçekten... Hiç aldatılmadan... Hiç aldatmadan çok sevildin mi sevgili? Ya da bugün varsın yarın yoksan yoksun denmeden sevildin mi sevgili? Sevildin... Sevildin ama hiç bir zaman umursamadın... Seni seviyorum'u bile umursamadın ama çok sevildin...
Hiç bir zaman anlamadın ne beni... Ne de sana karşı sevgimi... Ve sen şimdi gitmek istiyorsun...
Sanki hep yanımdaymışsın gibi...
Şimdi gidesin var...
Madem öyle...
Hoşçakal...
Unutma ki...

Di en es mi corizone...

8 Nisan 2008 Salı

Bakkal Amca...

Hüzün dökülüyor gözlerimden,yanlış anlamayın dostlar bunlar yaş değil.Bunlar yüreğimden kopan hüzünler. Hani sizinde başınıza gelmiştir. Gelmiştir değil mi? Hani çok istemişsinizdir olmamıştır. Hani çocukken bakkal amcadan alırdınız ya şeker,hani çıkışmazdı ya paranız. Hani üzülerek koyardınız ya şekeri yerine. Çıkışmadı para,kaldı şeker.

Öyle işte. Ama sevda çıkışmadı bende. Heybemde o kadar sevda yokmuş. Sevdiğimin beni sevmesini sağlayacak kadar sevdam yokmuş demek ki. Alamadım işte o şekeri... Bakkal amca yazmadı veresiye... Ev bi koşu uzaktaydı be bakkal amca,ne olurdu versen o şekeri bana? Sen çocuk olmadın mı bakkal amca? Senin canın çekmedi mi şeker bakkal amca? Vereydin ya o şekeri bakkal amca...

Sevdam çıkışmadı. Eksik kaldı heybemde. Hani beni sevmesine yetecek kadar değildi. Hani benim sevdam değerli dolarlar gibi değildi. Benim sevdam çaputa sarılmış kuruşlardı. Ortası delik liralardı. Ama sen bilmezsin ya,onlar maddiyatta değil,maneviyatta güçlüydü. Ama maneviyatta alışveriş mi olur? Olsa bakkal amca vermez miydi şekeri? Yırtık çaput benzeriydi sevdam,uzaktan yırtık çaput,yakından ipek kaftan parçası... Altın işlemeli... Ama yok görünüş dendi... İlla ki yetmeli dendi...

Sen hiç mi sevmedin be bakkal amca? Sattığın peyniri ya da yumurtayı? Sevmediysen nasıl bakkal amca oldun?

Bakkal amca be,ver şu şekeri... Altı üstü eksik 5 kuruş... 5 kuruşlukta mı değerim yok bakkal amca? Yapmaz mı ciğerim 5 kuruş? Yalan mı söyledim sevdiğim sana? Niye inanmazsın bakkal amca bana? Ev şurası,alıp geleyim... Yok olmaz dedin... Vermedin şekeri... Vermedin yüreğini...


Ev şurasıydı bakkal amca... Ben bir koşu alıp gelirdim 5 kuruşu... Yüreğim şurasıydı be sevdiğim... Bir koşu.......

5 Nisan 2008 Cumartesi

Çocuk...


Bir zamanlar... Bir zamanlar çocuk olmaktı,büyümek. Büyüyüp kirlenmekti çocuk olmak. Büyümeye hevesli olabilmekti. Temiz olmaktı,üstü başı kirli de olsa. Çocuk olmak,elma şekeriyle mutluluktu. Ya da bir topitopla... Dertsiz kedersiz. Hani ağlamalar vardı;istediğin oyuncak alınmadığında ya da elinden sakızın alındığında. Hani mutluydun. Dertsizdin. Nedir bilmezdin hayat.... Çocuk olmak bilinçsizlikti. Bilgisizlikti. Ama mutluluktu...
Büyüdün zaman geçtikçe. Boy attın,pos attın. Gülüşlerini saklamak istedin çocukluğundan arta kalanlarda. Anıların yanında. Onları da alanlar oldu senden. Onları da çaldılar. Elinde anıların kaldı. Bir tek onları alamadılar elinden. Ama o günleri alan zaman oldu. Zaman geçtikçe unuttun. Unuttukça uzaklaştın mutlulukla güldüğün zamanlardan... Yani içten güldüğün zamanlardan... Unuttun gülümsemelerini. Silindi. Artık her gülümsemenin altında yatan bir acı oldu. Acılarına gülümsemelerini maske yaptın. Ağlamalarına da kahkahalarını... Gülemedin kaç zamandır içten... Gülümseyemedin kaç zamandır yürekten... Hepsi aslında bir maskeydi...
Sonra... Zaman geçti... İlk defa sevdin bir hayırsızı. İlk defa o zaman tattın sevdanın şarabını. Tadı hoştu. Sana bıraktığı duygu da. Yarı uyuşuk,yarı ayık... Bir sarhoşluk meselesi oldu. Sevda şarabıydı bu içtikçe içilen. Ama her şeyin bir sonu olduğu gibi,bu şarabında sonu vardı. Şişenin dibinde kendine bakarken bir andao acı gerçekle karşılaştın. Bitmişti. O sevda şarabı bitmişti. Ama her şarap gibi seni kendine alıştırmıştı geçen onca zaman zarfında. Sen onu istiyordun,ama o çoktan bitmişti. İşte ilk sevdan buydu... İşte ilk hüznün buydu... Yani işte ilk aşkın acısından tattığın andı bu an... Ve o acıya yıllarını verdin... Halbuki rafta daha çok şarap vardı açmanı bekleyen,daha kalitelisi... Ve devamının olduğu....
Ve sonra. Sevildin. Öyle sevildin ki,sevenin canı pahasına sevdi seni. Sevdi. Sevmekten vazgeçmedi. Çok sevdi. Ama sende düş kırıkları vardı. Sende hüzün vardı o ilk sevda şarabının bitmesinden dolayı kırgınlık vardı. Hatta belki de inançsızlık. Hani karşına çıkan seni gerçekten sevdi. O;şarabın hiç bitmeyeceğine yeminler bile etti. Ama sen hüznünde kaldın. Hem kendin üzüldün. Hem O'nu üzdün...
Ve ansızın masallar bitti hiç beklenmeyen o anlarda. Sonları iyi olmayacak şekillerde... Bitti... Bir vardı... Bin yok oldu...

4 Nisan 2008 Cuma

Sen Gül Daima...

Sen gül daima. Gülüşlerini duyayım,göreyim. İçimde kanasa da yaram. Sen gül. Aslolan daima sensin...


Barış Manço repliklerinden çıkma şiirler yazmayacağım sana. Ya da pembe dizi romanlarından çıkma satırlar. Aslında sana sadece kendimi yazacağım ufak kız. Hani olurda gözlerindeki gülüşleri kaybedersen diye. Hani olurda o zaman gelirse,hatırla da gül diye. Hoş,benim yazacaklarım gülümsemene belki de engel olacak... Belki; belki de sadece kendimi anlatacağım. İşe yaramaz bir kaç satırdan ibaret. Sus ve dinle çocuk... Bu gece şehre karanlık indi... Bu gece şehir hüznümle yıkanacak...

Sevdayı ne kadar büyük yaşarsan hüznün de o kadar büyük olur. Ve sevda yaşayabildiğin kadardır. Belki bir sümüklü mendil kıvamında,belki de keseler dolusu altına satmayacağın... İşte onlardan... İşte o keseler dolusu altına satmayacağım... Hani canım tehlikede de olsa,önce sevdam diyeceğim bir sevda... Yani senin anlayacağın çöp kutularından,atıklardan toplama bir sevda değildi... Hani ne inandın,ne tahmin edebildin... Boşver sen... Sen hep gül...

Sen hep gül; çünkü sana gülmek çok yakışıyor. Hani sen güldükçe, mutlu oluyorum. Hani sen güldükçe, tüm üzüntülerimi siliyorum... Hani... Hani sen güldükçe,ben seni bir fazla seviyorum... İşte öyle bir gülüş... İşte öyle bir sevda...

Hani ayrı geçen günlere ağladığın,üzüldüğün günler vardır. Hani o günlerde dakikalara yanarsın. Hani bir fazla olsun dersin... Bir fazla yan yana bir fazla diz dize... İşte o günlerdeyim. Hani senin hiç bilemeyeceğin bir yerdeyim. Sensizlikteyim; ki sen bunu hiç yaşamadın. Geçen her güne ağıtlar yakıyorum. Geçen her günde belki ararsın diye gözüm telefonda...

Ve aylar geçti üzerinden. Hani ararsın diye beklediğim. Ben halen telefona bakmaktayım. Belki bir arama,belki bir mesaj. Hani bir kez olsun. Bir kez olsun ara,bir kez olsun bir mesaj. Emin olasın,devamını getiririm. Emin olasın ki mutlu olurum...

Olmaz çocuk,sen hep gül... Sen kararını çoktan verdin... Tamam mutlusun işte... Bırak ben de sevdamın hüznünde yanayım.. Bırak yüreğimin acısını çekeyim... Bırak ciğerimin yangını yaksın beni... Bırak... Sen sevmesen de bırak... Ben bu sevdayı yaşadığım gibi cefasını çekeyim... Ama sen gül...

Kalem arkası: Kızıl gül....... üm...

1 Nisan 2008 Salı

Papatya...



Her açan çiçek mutlaka solar...

30 Mart 2008 Pazar

Tamet Dosce!


Kendini bil der latince'de bu anlam. Kendini bil! Kendini bilmezsen nasıl yaşayabilirsin? Nasıl ağlarsın? Nasıl mutlu olursun? Ve nasıl seversin? Kendini bilmediğin sürece kimin seni anlamasını bekleyebilirsin? Kimin seni sevmesini bekleyebilirsin? Buna hakkın mı var? Sen kendini bilmezsen başkaları seni nasıl anlayabilir? Nasıl sevebilirler? Söylesene...
Kendimi bilirim daima. Haddimi,hududumu,imkanlarımı,imkansızlıklarımı. Severim doluca,özgürce... Severim umarsızca... Hesapsızca,düşünmeden...
Ya sen sevdiğim insan? Kendini bildin mi? Kendini hiç bilebildin mi? Sevmeyi bilebildin mi? Ya da sevilmeyi... Değer verilebilen bir insan olmayı bilebildin mi? Üzgünüm sevdiğim,sen bunların hiç birini bilemedin...
Bu ne bir isyan,ne bir karalama... Hep söyledim. Hiç çekinmedim. Ne bunları söylerken çekindim yüzüne... Ne de seni sevdiğimi söylerken. Ben ne pişmanım ne de isyankar... Aslında uzun tutuyorum lafı. Bir an önce ustaya bırakmalı kalemi... Bu yazı,ne senin bıraktığın yaralı kalbimin bir isyanı,ne de sana bir kötüleme... Anlarsın umarım... Anlamazsan da... Hoş hiç anlamadın ya... Ne sevdiğimi,ne de gözümdeki değerini... Ne anlayan oldun ne de bunlara inanan... Gelir geçer dedin kendince... Geldi... Ama geçmesinin uzun süreceği... Ne anladın ne inandın... Ne sevdin... Ama inan sevdiğim; çok sevildin...

Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.
Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz.
Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. "Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın.
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana.Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası....
Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun aslolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...
Hayatı ıskalamaya lüksün yok senin...


Kalem arkası: Usta; bilindiği gibi Nazım Hikmet...

25 Mart 2008 Salı

Açık Mektup...

Sevdiğim,sevilmediğim kadın. Kızıl gülüm benim. Senden izler taşıdığım ama hiç izimin olmadığı kızıl gül. Dalında sonsuza dek ötmeyi istediğim gülüm. Bu sana açık mektubumdur. Benden sana birkaç satır. Bendeki sana dair kara sayfalar. Kağıdın yüzünü çizen kara kalemimden sevdana dair alıntılamalar. Hepsi bundan ibaret. Asker mektubu değil köşesi yanık. Sevda mektubu değil kara trene emanet. Sevda ve hüznün harman yeri. Biraz tutsaklık,biraz hüzün. Çokça sevda matemi. Hava karanlık;şehrin ışıklarıyla aydınlanmaya çalışan bir gökyüzü. Yıldızlar kayıplarda. Firari mahkumlar misali. Mektubumun satırları karanlık. Bir sigara daha yanıyor karanlık geceye. Satır aralarının hüznü dumanın gizemine saklanıyor. Yani sevdiğim;kızıl gülüm… Bu mektup;hiç yer bulamadığım kalbine bir isyan. Bir yakarış… Bir yalvarış…
Hüzün hamuruma karılmış. Bahtsız kır çiçekleri misali;ilk baharda açamadan solmuş kır çiçekleri gibi. İlk baharın güneşine özlemle hazırlanıp toprak altında,tohum iken kır çiçeği adını alacakken sarı sonbaharı yaşamak gibi… Hasret yüklü sevda türkülerinin en hüzünlü mısralarına gizli kalan sevdam. Gözlerime işlemiş kederin silinmesini umarken bir satır daha eklemek gibi. Tıpkı kuru yük gemilerine aşırı kuru yük yüklemek gibi. Ben ise gemilerime hüzün yüklüyorum. Sensizlikte geçen her gün bir gemi ayrılıyor bu limandan,yükünü toplamış… Hüznün limanından. Halbuki ben hüznün gemilerini batırmak istiyordum. Karanlık sulara… Hatta ben;bu hüznün limanını mutluluk kayıklarının açıldığı,küçük bir kasaba iskelesi yapmak istiyordum…
Kızıl gülüm… Ümitler sakladım düşlerime. Ellerini düşledim rüyalarımda. Ellerimi tutan ellerine. Bana sarılan kollarını. Karanlık rüyalarımda aydınlık yüzünü sakladım. Bana bakan gözlerini. İçimde ismimin yazıldığı gözlerinle bana bakarken uyandım uykularımdan. Bir sigara daha yattı kül tablasının altına… Saçların sevdamın ismi. Uzun uzun,kıvır kıvır saçların denizin dalgaları misali saçların. Maviliğin dinginliği,maviliğin öfkesi… Ah sevda… Yüreğimin sol yanı yanıyor. Başım dönüyor. Kalbim yavaşlıyor. Tansiyon düşüyor düşüyor… Bayılıyor … Bayılıyorum… Baygınlığımda sayıklıyor birbirine sarılmış iki titrek dudak ismini. Sevdanı. Sevdamı. Nazım geliyor aklıma. Baygın haldeki aklıma. “Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte/Yani yürekte…” Ansızın uyanıyorum. Yine aynı hayatın bir yanının eksik olduğu haline. Anımsıyorum yeniden. Seni ve sana dair olan her şeyi…
Bir eli tutmak bu kadar mı zor diyorum. Daha önce tutulmuşken. Sarılmak beline. İnceden az kalın beline. Kokun sinmiş burnuma. Burnumda hasretliğinin kokusu. Her nefeste içime doldurduğum. Özlemin altında ezim… Ezim ezim… Ezilen yüreğim…Şimdi paramparça.
Hayallerimi anlatamama sevdiğim sana. Onlar yaşanılınca güzel olacak şeyler. O kadar büyük şeyler de değiller. Ama güzel şeyler. Anlatamam bir de sana olan sevdamı ve onun büyüklüğünü. Tüm bunlar anlatılınca yavan kalacak şeyler. İnanılması güç,yaşanılması mümkün olan şeyler…
Vakit geçer hemde tez geçer. Yüreğinde silinmiş hatta yazılmamış olanlarlar unutulur. Unutulan adının üstüne yenileri yazıları. Unutulan adımın üstüne yenileri. Yeni bir adı yükler;öznesi olmayan kelimelere. Kelimeler çığlık çığlığa. Kelimeler karanlığa gömülürler. Sevdanın türküsü gibi.
Ardından aklıma gelir. Hani yükseklik 50m. Denizden yukarı ya da denizden aşağı. Uçurum,uçurumun kıyısında bir ben. Elimde yüreğim. İçi dışı sevda yüklü. Bir neden söyle onu aşağıya bırakmamak için… Sigaramın sonu. Ellerimin arasından kayıp giden yüreğim… Denize doğru… Ardından beni de sürükler… Denize doğru… Yüreğim parça parça. Bedenim parça parça. Sensizlikte parça parça…
Üzgünüm. Seni bırakıp gidecek kadar cesur da değilim,kalacak kadar yüzsüz de… Gidekalıyorum. Ne gidebiliyor ne kalabiliyorum… Parça parça oluyorum… Ölüyorum…


Kalem arkası: Hikaye farklı bitiyordu. Son paragraftan itibaren silinip son paragraf yazıldı...

4 Mart 2008 Salı

Sol Yanım...

Gece yine ansızın bastırdı karanlığı. Ansızın hüznünü serdi üzerime ağır bir yorgan misali. Altında boğuldum. Kaldırıp atamadım o yorganı. Bu gece çok hızlı geldi. Engel olamadım. Gardıma vurdu,gardım bin parça... Sol yanım bin parça oldu. Dağıldı gecenin karanlığına. Ve havalandı,gökyüzüne yerleşti yıldızdan sol yanım. Onlar şimdi uzak. Onlar şimdi ulaşılmaz. O şimdi uzak...
Hüznün gecesi bu gece. Bu gece uzun bu gece yorgun. Çok yorgunum,uyumak istiyorum. Teypte Ahmet Kaya söylüyor,"Kum gibi..." Kum gibiyim. Taştım,kum oldu. Dalgalar aldı uzaklara götürdü sol yanımı... Sol yanım acıyor,sol yanım kanıyor. Ahh sol yanım... Bu acı neden?
Sessizliğe vuruyorum yine hüznümü. Hüznümün sesi çıkmıyor. Hüznümün gözlerinde yaş düellosu. Kavgaya tutuşmuşlar. En çok hangimiz dökeriz göz yaşlarını diye. Gözlerim sessiz. Kavgalarını izliyor. Yaş süzülüyor gözlerimden yere doğru. Çarpıyor.Bin parça göz yaşı. Bin parça sol yanım. Ahh;çok acıyor... Gözlerimden uyku akıyor. Uyumam lazım. Ama gece uzun,gece kasvetli...
Yorgan ağır. Hüznün yorganı. Yine hüzün kaldı bana ha sol yanım? Ağlama,cevap ver bana. Senden cevap bekliyorum sol yanım. Konuş,susma,ağlama. Zaten ağlıyor gözlerim. Bari sen ağlama. Parmaklarımdan yine dökülüyor bak kelimeler. Konuş be sol yanım konuş! Sen de susma...
Teypte değişti müzik. Söylüyor yine aynı ses; "Oysa ben bu gece sana bir sırrımı söyleyecektim". Söyleyemedim. Söyledim kâr etmedi. Sustum içim içimi yedi. Gitme diyemedim,gitmek istiyordu. Sözüm vardı,gitmek istersen engel olmam diye. Engel olmak istedim. Sol yanım bağırdı,isyan etti. Durdur dedi,söz verdim dedim. O bağırdı. Bağırdıkça içimdeki gülen çocuk ağladı. Sol yanım daha da bağırdı. En sonunda bin parça... Toplayamadım. İçimdeki o çocuk o küçük elleriyle o parçaları toplamaya çalıştı. Gözlerindeki yaşlarla. En sonunda o da bıraktı toplamayı. Sadece 5parçayı topladı o küçük ellerine o kadarı sığmıştı çünkü. Hepsini toplamak istedi. Toplayıp tekrar birleştirmek istedi. Yapamadı. O küçük elleri yetmedi...
Sol yanım. Ahh sol yanım,çok acıyor. İçimde kalan bin parça sol yanım,bir küçük çocuk. Ağlıyor. Mutluluğunun gözlerinde okuduğum o çocuğun gözlerinde artık sadece yaş var. Elinde 5parça sol yanımdan. Çevresinde bin parça sol yanım.

Kalem arkası: Sol yanım çok acıyor...

1 Mart 2008 Cumartesi

Bilirim...

Okursun bilirim...
İlk isin olmasa da bakmadan geçemezsin...
Acaba dersin var mı ilgili bir şeyler...
Bugün sana bırakıyorum bir mesaj... Sen anlarsın...

Yazılar yazılır kara kapsız defterin ak sayfalarına...
Yazılar yazılır şizofrenik nöbetlerde duvarlara...
Paranoyak ataklar gizlenir kelime aralarına...
Geçmişe dair...
Geçmişteki sana dair...
Sıralanır her bir kelime bir öncekinin hasretiyle...
Bir sonrakinin özlemiyle...
Söyle gül yüzlü sevgili...
Söyle...
Bir şey söyle...
Bir kelimene bir ömür az bile...
Sen söyle...
Ben hayatımın mürekkebinden dökerim sana kelimeleri...
Sen
Sen yeter ki söyle sevgili...


Kalem arkası: Sevgili;birlikte olunan kişi değil,sevilen kişi anlamında kullanılmıştır

18 Şubat 2008 Pazartesi

14 Şubat Hatırası...

Ankara-Samsun otobüs şöforunun resmidir

Sevdiğim söylenmez bu 14 Şubat gününü. Ama bir hatıram vardır o güne dair... Hani vardır ya yer eden anılar belleklerde. Yıllar geçer, üzeri tozlanır ama eskimez. Hep aynı tadında kalır.

13 Şubat Akşamıdır:

-Alo bir tanem naber?
+İyidir oturuyor televizyon izliyorum. Seni sormalı?
-Bende *** ile gezdim biraz. Şimdi eve geldim...
+Gez bakalım hiç beni düşünme...
-Yok, canım düşünmez olur muyum? Neden aradım bak seni, yarın 14 Şubat bir şeyler yapalım mı?
+Yapalım da ne yapalım?
-Benim aklımda bir plan var.
+Neymiş o?
-Düşündüm de ikimizde deniz insanıyız. Güzel bir balık lokantası varmış Söğütözü'nde oraya gidelim. Olmaz mı?
+Olur...

Telefon kapanır. Zaten mevcutta telefon vardır. Yüzde bir gülümseme... İyi geçecek iyi... Hem de çok iyi... Düşünceleriyle bir uyku bastırır. Gözler uykulu, yürekte bir heyecan... Uyunmaz uyunamaz...

14 Şubat Sabah:

-Hay zıkkım telefon nereye yazmıştım ben bunu? Ulan bir kere de kaybetmesem olmaz mı şunu? Hah buldum en sonunda... Alo *** Lokantası mı?
+Evet, buyurun nasıl yardımcı olabiliriz?
-Ben bu akşam iki kişilik bir masa istiyorum.
+Kaç gibi?
-20:00 uygundur.
+Başka bir isteğiniz var mı?
-Var. Ben adımı verdim zaten size. Size o adla kendi çiçekçimden bir demet gül yollayacağım. Onu da eğer biz geldikten sonra getirebilirseniz masaya güzel olur. Yani en azından oturur oturmaz değil de, hani içkilerimiz geldikten sonra. Mümkün müdür böyle bir uygulama?
+Tabi ki efendim. Ben buraya notu alıyorum. İstediğiniz gibi garson arkadaşlar getirir.
-Teşekkür ederim. İyi günler diliyorum.
+İyi günler efendim...

Ne zor zanaat arkadaş bu plan program işi... Zaten huyda mükemmeliyetçilik var. Paranoyak oldum bir masa ayarlayacağım diye. Allah'tan kazasız belasız bu işi de hallettik. Sabahın köründe adamlarda şaşırdı ne oluyor böyle diye. Aman şaşırsınlar. Kırk yılın başı bir 14 Şubat olayı yapacağız. O da tam olsun. Hem yakışır hani... Neyse şu uykuma geri döneyim. Biraz kestirdikten sonra ararım, olmadı öyle derim. Akşamda sürpriz olur. Güzel olacak güzel... Hem de çok güzel olacak...

14 Şubat Öğlen:

-Efendim?
+Alo aşkım napıyorsun uyuyor muydun?
-Yok, öyle kestiriyordum azıcık.
+Ya bir tanem sana bir haberim var.
-Hayırdır inşallah?
+Pek hayır değil ya, bizim *** var ya o kaza yaptı...
-Ne kazası yahu?
+Ya buzda kayıp düştü.
-Eee...
+Hasta haneye getirdik. Dirseği kırılmış.
-Haydaa hangi hasta hane?
+İşte sizin hasta hane... Acildeyiz şimdi.
-Tamam, bir tanem geliyorum.

Hay aksi şeytan... Hay aksi şeytan... Hay ben böyle buzun, belediyenin... Ulan tam bir plan yaptık, ona da bir engel çıkmasa bari...

-Doktorla konuştum bir tanem.
+Ne dedi?
-Durumu iyi de uzun bir süre fizik tedavi görecekmiş. Buna da şükür.
+İyi ya gerisi mühim değil.
-Akşam da iptal oldu desene.
+Ha o iş ne oldu? Yeri ayarlamış mıydın?
-Yok, daha aramamıştım Allah'tan.
+İyi bari.
-Tam bir kutlama yapalım dedik, başımıza gelene bak.
+Valla doğru söylüyorsun. Artık bize bir 14 Şubat borçlu.
-O iyi olsun da bırak borcu morcu. Şimdi siz gidiyorsunuz galiba onunla.
+Evet.
-Tamam, o zaman bende eve geçeyim. Tekrar görüşürüz.
+Tamam, bir tanem...


......


-Alo *** Lokantası mı? Ben ****.
+Buyurun efendim.
-Ben size sabah bir masa ayırtmıştım ya, ufak bir sağlık sorunundan dolayı iptal etmek zorundayım. Onu bildirmek istedim.
+Tamam efendim. Geçmiş olsun.
-Sağ olun...

Geçmiş oldu zaten. Hani olan oldu. Şansa bak ya. Bu kadar plan programdan sonra... Yuh yani. Şans mı buz mu belediye mi... Hangisine küfretsem bilemiyorum... Neyse eve gidelim. Bari şu çiçeği alalım. Akşam görüşürüz nasıl olsa...

14 Şubat Akşamı:

-Efendim?
+Nasılsın aşkım?
-İyidir bir tanem oturuyor boş gözlerle tv'na bakıyorum. Geldin mi eve?
+Geldim canım.
-Nasıl oldu?
+İyi oldu da, bizimkisi biraz fazla nazlıdır. Bıktırdı azıcık.
-Eh olur o kadar...
+Yok, bu cidden nazlıdır. 3 saatte bezdirdi… Neyse. Sen evde tv mu seyrediyorsun?
-Evet, bir tanem...
+Eee o zaman gelsene bana. En azından şu 14 Şubat’ımızdan kalan günü kutlarız.
-Tamam, bir tanem... Bir isteğin var mı gelirken?
+Yok, sen gel yeter.
-Tamam, canım görüşürüz o zaman. Öptüm.
+Bende öptüm.

14 Şubat onca plana rağmen olmadı istediğim gibi. Belki gözlerine bakarak yudumlayamadım içkimi. Ama gözlerinde yudumladım aşkın şarabını o gece. Belki yiyemedim balığımı. Ama lokma lokma yuttum sevdanın tatlısını. Ve sarhoş oldum. Aşkıyla… Ve doyamadım. Sevdasına… Ve sarılıp yatarken yanında, düşlerimin gerçekleştiğini hayal ettim. Çünkü bir düştü. Bir hayaldi. Aşk sarhoşluğuyla görülen bir rüyaydı. Ama kollarımın arasında uyurken gerçek olduğunu bildiğim bir rüya. Bir hayal… Ama gerçekleşebilen bir hayal…

Seneler önceki bir hatıra. Anılarda fotoğrafları kalan…

Daha yeni bir telefon konuşmasıdır:

+Vay babacan ne haber gittin mi Ankara’ya?
-Gittim.
+Hava nasıl oralarda?
-Ne bileyim ben…
+Nasıl bilmezsin oğlum, Ankara’da değil misin sen?
-Değilim.
+Neredesin peki?
-Ordu’dayım…
+Ne işin var lan? Hani Ankara’ya gidecektin?
-Gittim zaten. Hazır gelmişken yolumun üstü buraya da geldim.
+Var ya altına araba vermeye gelmiyor senin. Bir de yol üstü demez mi?
-Sayılır…
+Eee niye gittin ki şimdi oraya?
-Eş dost ziyaretine…
+Bırak bu ayakları sen bu yalanlarla valideyi kandır. Doğruyu söyle O’nu görmeye mi gittin yoksa?
-Nasılda tanıyorsun beni…
+Eee görüştün mü?
-Yok, aramadım bile.
+Arasana o kadar yol yapmışsın.
-Bir kez aradım onda da açmadı, zaten burada olduğundan da şüpheliyim de, geleyim gezeyim dedim.
+Olsun sen yine de ara. Şansını dene. Senin memlekette ne yenir diye sormak için aradım dersin.
-Yok, ben almayayım. Cesaretimde yok heyecanlanıyorum da…
+S*çırttırma heyecanına da cesaretine de. Ara işte. Hem bak bugün 14 Şubat. Güzel olur.
-Bakarız.
+Bakarız deme ara!
-Tamam tamam. Hadi kapatıyorum elim ayağım dondu.
+Ara oğlum ara. Tamam, hadi dikkat et kendine. Dikkatli sür. Bak aramayı da unutma, sallama…
-Tamam tamam. Sende kendine iyi bak. Görüşürüz.
+Görüşürüz.

O telefon hiç çevrilmedi o gün…





Kalem arkası: En güzel Şubat'ıma... En güzel 14'üme... Ve en güzel 14 Şubat'ıma... Hatıralarıma,hatırama,hatrımda kalana en güzel güne... Sahibine ve Sahibesine...

11 Şubat 2008 Pazartesi

Yol Ayrımı...


Yol ayrımının olmadığını düşünenler gözlerinin etrafındaki at gözlüklerine dikkat etsinler. Zira ayrımı göstermeyen o gözlüklerdir. Ve her yol bir noktada bir diğer yola ayrılır ki bunun adına da "Seçim" denir...

Yol ayrımları sıkıntılıdır. Yol ayrımları acılıdır. Düşüncelidir. İki yol ve o yollarda gidecek tek bir kişi. Yolda bekler,ayrımda bekler. Belki bir yüzü aydınlığa belki bir yüzü karanlığa bakar. Belki de o ayrım zannettiği yolun birisi tali yoldur onu geçmişe götüren aynı ayrımı tekrar yaşatacak olan. Kısır döngü! Belki de kestirme yoldur. Geleceğinin mutlu günlerine götürecek olan. Ya da karanlık günlerine. Belki evet belki de sadece bir ayrım. Basit ama gerekli bir ayrım. Çünkü her yolun kenarındaki çiçekler farklıdır. Taşları farklıdır,dikenleri farklıdır.

Ayrımlar gereklidir insan hayatlarında. Belki bir adım büyümek için,belki büyümüşlüğü sindirebilmek için. Belki de sadece dinlenebilmek için. Dinleyebilmek için. Başkalarını ama en çokta kendini. Belki biraz durgunlaşmak için. Her gün delice vurmaz dalgalar kıyıya. Bazen onlarda dinlenir. Bazen onlarda sakinleşir.

İşte bir ayrım. Sorgulamadığım,sorgulamaktan kaçındığım sebebini;nedenini ve niçinini. Ayrım tercihimi çoktan yaptım. Ama biraz durgunlaşmak için,ama biraz sakinleşmek için. Belki yeniden yapılanmak için. Belki olduğum gibi dönebilmek için. Bir ayrım,bir yol ayrımı...


Kalem arkası: Biraz dinlenmek,dinlemek,kendim için... Bir süre,birazcık,fazla uzatmayacak bir ara. Mola!

4 Şubat 2008 Pazartesi

Dar Ağacı Ağladı...

Erdal EREN... İsimlerini kitaplarda okuğumuz kişi. İlk okulun dayatma eğitiminde "Ali tut topu ve de Ayşe'yi, Ayşe zurnacıya kaçacak" fişleriyle okuma yazma öğrendiğim yıllarda öğrendim Erdal EREN'in hikayesini. İlk başta şaşırdırım. Demek ki dedim Emperyalizm karşıtı olmak kötü bir şey. Çocuk aklıyla dedim tüm bunları. Nerden bilirdim emperyalizmi... Anneme sordum... Benim beyazların mesken tuttuğu saçlı anneme. Biliyor musunuz benim beyaz saçlı anam biliyormuş Erdal'ı... Erdal arkadaşı imiş. Gözlerine mesken tuttu Erdal ismini duyunca yaşlar... Arkadaşımdı dedi benim gül yüzlü anam... Daha 17 yaşındaydı dedi. Astılar can veremeyesiceler dedi. Yaşını büyütüpte astılar dedi... Boynuna geçirdiler dedi, kat kat düğümlü ipliği dedi... Erdal can verdi urganda dedi... Dar ağacı ağlamıştı...Anam ağlamıştı...
O zaman tekrar anladım. Emperyalizm karşıtı olmak aslında iyi bir şeydi...

Yıllar geçti...
Ben büyüdüm...
Çok okudum...
Çok yazdım...
Çokça susup çokça dinledim...

Ama halen anlayamadığım noktalar var...
Emperyalizm karşıtı olmak suç muydu?
Suçsa şu an herkes suçlu...
Herkes asılmalı...
Tiz kafaları vurulmalı...
Başta benim...
Bu yazıyı yazmaktan ötürü...

Madem ki değil;
Asanlar cezasını çekmeli....

Gelelim şu fotoğraf yorumuna...
Parlak olmuş;parlamış...
Beyaz çok...
Beyaz fazla...
Ama gün kara...
Ama olay kara...
Hikaye kara...
Bak şimdi sevgili fotoğrafçı...
Olmamış...


Tiz kellen vurula... :)



Special thanks for photo;
Photographer: gulkurusu
Photo name: Erdal Eren

3 Şubat 2008 Pazar

Comptine d'Un Autre Été*

Es bakalım bir deli rüzgâr. Doldursun saçlarını. Vursun yüzüme. Hani hafiften soğukta olursa yeter. Sıcağa pek ihtiyacım yok bu sefer. Biraz da keder olsun. Hani gün batarsa deme keyfime. Bir de bırakamadığım şu cigara dudaklarımda olsun. Çok şey istemez hani. Hani esmeli, hani savrulmalı, hani vurmalı, hani batmalı... Hani yanmalı...
Gecenin batışı hep mi bellidir ki günün doğuşundan? Hep mi bellidir başlangıçların bitişi olduğu? Ya da hep mi bellidir, umutla çekilen boşa küreklerin işe yaramayacağı* Hep mi belliydi? Hep belliydi...
Sessizlik sakinlik bir de sükûnet olsun dudaklarında... Dudaklarımda... Bazen bağıran, bazen konuşan. Hani kelimeler çıkamasın havayla buluşamasınlar. İçte kalsın. Yankılansın içinde. Ve bir kadeh daha dolsun kederli bakışlara. Doldur bakalım meyhaneci...
Hüznün dudaklarımda esir. Gülüşlerin gözlerimde tutsak. Hani atılıpta hani satılıpta geri dönenlerden. Bir de şu bırakamadığım sigara misali. Hani hani dedim ya hani... İşte öyle hani...
Eselim de gürleyelim mi sevgili? Eselim de boran mı yaratalım sevgili? Yoksa bir sonbahar yaprağı gibi mi düşelim? Düşelim toz olup ayaklar altında rüzgarla savrulalım mı? Savrulup yedi verenin yedi verdiği topraklarda mı can bulalım sevgili? Ne dersin sevgili? Sustun sevgili. Dudakların zindan kilidi...
Kâh esti bir rüzgar. Vurdu yüzüme,vurdu cigaramın dumanına. Kâh esti savurdu sevgilinin zülf saçlarını. Dalgalandırdı içimde bir deli denizi. Dalga vurdu kırana. Dalga ayrıldı bin parçaya... Kıran sağlam... Yıkılmadı ayakta...

*Başka bir yazın çocuk şarkısı...

Kalem arkası: Etkili sunum olsun isterim. Yann Tiersen-Comptine d'Un Autre Été (Amélie Soundtrack) ile dinlenmesi tavsiye olunur...

1 Şubat 2008 Cuma

Çocuk...


Bazı fotoğraflar vardır,yazıya ihtiyaç duymayan... Bazı fotoğraflar vardır,yazılmadan durulamayan...

Nedenini bilmem çocuk. Gözlerinin beni bu kadar bağlamasının ardındaki. Hüznüm mü gözlerinden yansıyan dış dünyaya,umutlarım mı bilmem çocuk. Beni sende tutan bir şey var çocuk. Belki de yüzünün saflığı. Belki de o kirlenmiş dünyaya saf gözlerle bakabilme becerindir çocuk. Bir şey var ardında gizlenen. Belki de bu fotoğrafın stilinden kaynaklı. Bilmiyorum çocuk. Belki de bu hüzün dolu bakışların... Bir şey var çocuk...
Hüznün son bahar mevsiminde saklı düşlerimdeydi gülüşlerim. Umutsal iklimlerin baharını yaşarken bedenimin bir kısmı,bir diğer kısmı yaşıyordu kışın en sertini. Hani bir gün batımına yakılmış bir sigara gibi. Biraz hüzünlü biraz umutlu. Biraz da sitemkar... Hava soğuk ellerim titriyor. Bir yandan terliyor. Sıcaktan. İşte öyle bir durum. İşte öyle bir çift göz. Bir piyano resitalindeki saklı notalar gibi. O en hızlı notaların verdiği hüzün gibi. Parmaklar gezinir klavyenin üzerinde... Notalar dinleyicinin yüreğinde eser... Dokunur onlara bir çocuğun elleri gibi. Masumca. Geçmişe götürürcesine. Belki bir annenin çocuğunun omzuna dokunması gibi. O en yıkık anında... O en çıkmazlara saplandığın anlarda. Bir umut dokunuşu. Bir mutluluk beliriverir içinde. Bir ateş çakar.
Bir fotoğraftır belki de seni geçmişe götüren. Seni hüznün sularına atan. Ama bu sefer yaşlı gözlere sahip olmadığın. Sadece ne zamanlardı diyebildiğin tatlı hüzünler. Hani bir çocuk yüzü düşün. Mutlu,masum,saf,temiz.. Hani bir de onun kokusunu düşün,hayal et. Belki onun uzun saçlarını. O incecik saçlarını. Uzun... Tel tel dökülen saçlarını. Hadi düşün. Düşün ki yüzleş geçmişinle. Elma şekerini düşün,o hep almayı hayal ettiğin oyuncağını düşün. Düşün ki,o küçük çocuk tekrar canlansın içinde bir noktalarda. Düşün ki ne kadar kirlendiğini gör. Hayatın seni ne kadar değiştirdiğini farket... Yüzleş kendinle. Yüzleş,belki utan,belki sıkıl...
Bir fotoğraf olsun seni baştan sona tarayan. Belki de bir sigara yaktıran. Bak tekrar yukarıdaki resme. Ne düşündüğünü değil,ne hissettiğini hisset.

Kalem arkası: Bu yazıyı okuyuncaya kadar yandaki müzik çalardaki "Comptine d'Un Autre Été" adlı müzik yüklenmiş olabilir. Onu tekrar başa alıp sadece resme bakarak dinleyiniz. Ondan sonra ne kadar boş bir yazı olduğunu anlarsınız. Fotoğrafın gölgesinde kalmalı bazı yazılar... Giriş benden olsun,gerisini müzik ve fotoğraf sağlasın istedim...

Special thanks for photo;
Photographer: Selçuk Ateş
Photo name:
Melis-II

29 Ocak 2008 Salı

Biliyor musunuz?

Zaman geçti çok şeyin üzerinden. Ve çok yıpranmış sayfalarımız oldu hayat defterinde. Ve o beyaz sayfalara,ki onlar sarıydı ilk okulun endişesiz sıralarında,çok kir döküldü. Hayatın pası,hayatın kiri dedik,onlar döküldü beyaz sayfalara. Her açılan yeni sayfada. Kısacası hayat defterinin bir miktar sayfası kirlendi... Üzülünecek bir boyutta mıdır,kişiye göre değişir denildi...
Ama biliyor musunuz o kadar karanlığın içinde bir gün doğdu. Bir gün ki,karşılıksız beklemeden.O sadece doğdu ama o bunun farkına varmadı. O sadece kendi oldu,her zaman ki haliyle doğdu. Belki de huyu,belkide dünyaya bakışıydı doğumu sağlayan. O tüm karalıkların arasında neden olacak kadar parlak,neden olacak kadar umut dolu. İşte ilk o zaman gördüm bu karanlığın arasında bu kadar umudu. Kırılmaz bir umut. Evet denedim,hemde en kötü ruh halimle,kanserli ruhumla denedim. Ama kırılmadı. Ben denedim,o parladı,ben denedikçe o bir fazla gözlerimi yaktı... En sonunda vazgeçtim. Zira kolay vazgeçenler sınıfında yüksek ortalamalı inek öğrenciydim...
Hiç bir şeyi karşılık beklemeden bu devirde yapan mı olur? Mutlaka beklediği bir şey olur,diyenleriniz vardır içinizde. Hakkınız vardır,ancak tanımamış olduğunuzdandır. İnsanlığın ölmediği,o ilk okul sıralarının endişesiz,art niyetsiz sıralarının korunduğu bir eski fotoğraf gibi...
Saçmala bakalım dedi içimdeki o hiç susmasını bilmeyen ses. Birden dedi içimdeki ses,acaba yanılıyor muyum,yanılıyor da seni mi yanıltıyorum. Sonra usuldan dedi;aman yanılayım. Bu sefer yanılan ben olayım. Zira hiç yanılmamıştı şimdiye kadar. Sen dedi,hedefini en ulaşılmaz zirveye koy. Ulaşama reel dünyada ama uğruna savaş ver. İşte o zaman bu kirlenmişlikten arınırsın belki de. Belki de arınma bir kenara,insanlığı öğrenirsin. Gerçekten var olan bir şey için emek sarfetmeyi yeniden hatırlarsın...
Hakkı vardı içimdeki sesin. Hakkı vardı yerden göğe kadar. Dediğini ilk defa,ilk seferde dinledim. Ama biliyor musunuz hiç pişman olmadım. Evet hedef ulaşılmaz ama yükselebildiğim,varabildiğim kadar yükseklik iyi değil mi? Yetmez mi?
Teşekkür yetmez dedi içimdeki ses. Biliyorsun dedi bana;o bilmeden de olsa seni çok karanlıktan kurtardı dedi. O bilmesede. O;olduğu gibi davrandı sana dedi.Teşekkür yetmez dedi...
Belki o düşünmedi ama ben pek çok şey düşündüm. Eksiktim. Tamamlanamayacak kadar. Kirlenmişlik son sürat zaten. Ama sayesinde temizlendim vakit geçtikçe. İşte şimdi mutluyum...
Mühim olan bu ya dedi içimdeki ses. O farkında olmasa da sana kimsenin yapmadığı iyiliği yaptı dedi. Seni mutlu kıldı hemde karşılıksız dedi. Zaten ne kötülüğünü gördün ki dedi. Seni kendine getirebilecek kadar güçlü dedi. Düştüğün zamanlarda bile sana farkında olmadan çok büyük iyiliği dokundu dedi...
Haklıydı hem de çok haklıydı. O en karanlık dünyamda,o damarımı kesmeye kalktığım anlarda bile bir tek sözü yetmişti. O da "nbr" idi. O geceye dair en net hatıram o mesajdı.


Teşekkürü bir borç bilsemde,ödeyemeyeceğimi bildiğim bir teşekkürdür. Hiç bir zaman anlatamayacağım iyilikleriyle,ki hiçbirini farkında olarak yaptığına da inanmadığım;çünkü olduğu gibi davranandır,hayatıma güneşin o engin maviliğini gün yüzüne çıkaran ışığı gibi doğduğudur esas anlatılmak istenen. O ki;Nemrut'un güzelidir. O ki Tanrıların dağının kızıdır. Gerisinde ne kadar yazsam da,ne kadar anlatsam da boştur. Kıldan ince bir boyun,hedef zirve olandır....

Kalem arkası: Belki bu Nemrut'un Güzeli hikayesini yüzlerce kere editlemişimdir. Ama hiç biri bu kadar içten olamamıştır. Saygı ve sevgilimle. Sağol ve iyi ki......
Kalem arkası gerçek: Çok gariptir ki O'na ne yalanım oldu,ne yalakalığım ne de gizlim. Herşey gerçek,bazen kelimelerim yanlış anlaşılsa dahi. Onlarda kırmamak adına saklanmaya çalışılmışlardır. Ama kötülüğe değil,her zaman en güzel ve en iyi olana... Bazen öyle anlaşılmasa dahi...

20 Ocak 2008 Pazar

Moromu...

Hava soğuk. Dallardaki kuşlar üşür. Toprak üşür. Çakmak çakmaz soğuktan. Hava soğuk. Elleri üşütür. Bir cigara yanar dünyanın kederine. Bir nefes dolar soğuk havayla zehri çeker cigerler içlerine. Eller üşür. Kar başlar hafiften. Soğuk yetmezmiş gibisine. Duman dalga dalga dalgalanır havada. Gözleri balkondan izler şehrin üzerine yağan karları. Soğuğu. Karanlığı. Dalar gider kül düşer ak yüzlü kar tanelerinin yerde birleşmiş yığıntısına. Erirler. Ama birlikten kuvvet doğar. Dondururlar külü. Külde artık onlardan. Yağan kar gri yüze çalar rengini. Bir dem vurur hayata bir keder çalar uzaklardan. Gözleri geliverir karanlık şehre aydınlık niyetine. Karanlıkta parlar ona bakışı. Ne de güzel bakardı der. Durgun belki,saklı geçmişi belki de. Belki de hüznü. Nefes ardı nefes doldurur ciğerlerine soğuk şehirdeki zehrini. Elleri donar.
Yüreği yanar. Elleri donar. Aynalarda kırık yüzü. Kederli. Gülen. Ağlayan. Duyguları karma karışık. Uzun zaman oldu duyguları donmadı. Bu şehir dondu. Donmayan yüreği oldu. Tanrım bu bir nimet mi yoksa bir ceza mı? Aynada kırık yüzü... Sigarası yaktı donuk ellerini. Çakan çakmak tekrar ikinci seferde yandı. Hava soğuk dondu ateş. Yağan kar mı yoksa hüzün mü? Bu şehri bu kadar karanlık ne yapabilirdi? Tanrım cevap ver. Alan da veren de sensin. Aydınlıklar senin eserin karanlıklar. Güldü düşüncelerine. Cevapmış dedi içinin en ücra köşesinden. Peh! O bizi çoktan unuttu...
Lapa lapa yağdı kar. Hafif bir hışırtı. İçeriden bir müzik sesi. "Moromu..." Bilmese de Yunanca severdi bu dili. Tek bildiği Moromu bebeğim demekti. Bir de nakaratını biliyordu. Cigarasına su düştü. Garipsedi çünkü kuytu köşedeydi. Kar da gelmezdi yağmur da. Aynada kırık yüzü. Gözlerinden damla yaşlar süzülüyordu. Sigarası son deminde. Bir nefes daha çekti içine zehirden... Hayat dedi sessizce... Müzik devam etti... Birisi bitti diğeri çaldı...

Special thanks for photo;
Photographer: Soalone

Photo name: Bekleyiş
Photo edited by Nightologist

19 Ocak 2008 Cumartesi

1.5 Liralık Çay...


İstanbul'a gün batıyordu. Ve o günün batışını bir çift göz seyreyliyordu. İçinden geçirdi; "Ne güzel martılar yarıyor kanatlarıyla havayı ve uçuyorlar bir mavilikten bir maviliğe." Çaycı başında dikilmişti yine,"Koy bakalım" dedi "Demli olsun bu sefer" İnce belli bardağının beline vura vura karıştırdı attığı o eriyemeyen şekeri. Usturuplu bir yudum aldı çayı az karbonatı bol çayından. Bitmek üzere olan cigara paketinden bir tane daha dal çekti. Ve bir nefes doldurdu boğazın o kızılboyalı manzarasına. Bir vapur yararak gidiyordu denizi. Vapurda insanlar. Evine gitme telaşında. O sırada aklına düştü o sabahtan beri sormadığı soru; "Ben nereye gideceğim şimdi?" Uzun zaman olmuştu bir sırt çantasına koyduğu eşyalarla yola koyulalı. Gidecek yeri vardı var olmasına karşı ama orası şu anda kilometrelerce uzaktaydı. Bir sevdalıktı düşmüştü yollara. Düşmüştü ama bu şehrin,bu yedi tepeli şehrin büyüsü adeta buraya çakmıştı. Yedi tepeli şehrin yedi tepesine birden yedi umut gömmüştü hiç farkında olmadan. İçinden geçirdi; "Ahmet'i aramalı" diye çıkardı telefonu ve hemen buldu Ahmet'i... Cebinden "Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor" dedi soğuk bir bayan sesi. Tekrar düşündü. "Kimi aramalı" diye. Aklına askerlik arkadaşı geldi; "Evet" dedi içinden,"O da beni kabul etmezse kim edecek? Kim kurtardı onu yüzbaşının elinden? Hem kan kardeşim de değil mi?" dedi. Askerlikte güneydoğuda teröristlere karşı savaşırken yaralanmıştı da kan vermişti kan kardeşine. Hemen çevirdi numarasını. Çaldı çaldı ama açan olmadı. Tekrar aradı belki duymamıştır diye. Yine aynı. Çaldı açanın olmadığı o telefon. Çaycı yine yanında belirmişti. "Abey çay verem mi" diyen o güzel sonradan öğrenilme Türkçesi ile. "Yok, sağ ol. Sen bir hesabı getiriver sana zahmet" dedi. Çaycı gitti çok geçmeden geri geldi. "Abey 3çay 1.5lira"dedi. 2lirayı verdi ve motoruna doğru yürüdü.

Martılar göğü yarıyordu kanatlarıyla. Vapur yarıyordu içindeki insanlarla denizi... Bir motor çalıştı. Ve uzaklara doğru kilometreleri yararak uzaklaştı.




Special thanks for photo;
Photographer: Faruk

15 Ocak 2008 Salı

Kar...

Yine kar yağmış. Yine hava buz gibi. Lanet okuyor içinden sessizce. Camda nefesinin buğusu donuyor. Kalorifer peteğinin ısısında yarı uykulu gözlerle bakıyor şehre. Uzaktan bir ambulans geçiyor. Belki de polis otosu. Bir türlü seçemiyor. Yanıp sönen ışığı donuyor. Nefesinin buğusu donuyor camın önünde. Arkasında yatıyor çıplak bir kadın bedeni. Tam yanında ki komidinde duruyor geceden kalma sigara paketi. Ve dolmaya yüz tutmuş kül tablası. Üst üste yakmış yine sigarasını. Uzanıyor o çıplak bedenin üzerinden ona dokunmadan sigarasına ve sigarasının ortağı kül tablasına. Yine camın önünde dikeliyor. Kibritini çakıyor. Kibrit donuyor. Sigarasından bir nefeste dolduruyor kibritin ateşini. Önce söner gibi olup ardından bir alev tufanı gibi sarıyor sigarasının ucunu. Ciğerlerine dolduruyor gümüş gri dumanı. Dalıyor uzaklardaki ambulans benzeri polis otosuna gözleri. Polis otosu benzeri ambulansa. Lapa lapa kar yağıyor. Kombisi yeniden çalışıyor. Ateşliyor o da ciğerine doldurduğu gazı. Yatağın ayak ucundan geçiyor sessizce. Yataktaki beden kıpırdanıyor azıcık. Uyandırdığını sanıyor. Beden dönüyor sağdan sola. İçeriye geçiyor. Daktilosunda yazmaktan sıkıldığı bir yazı. Daktilonun önünde bir cam. Dışarda lapa lapa kar yağmakta. Daktilo donuyor. Masa lambasını açıyor. Karanlığa bir nebze ışık olsun diye. Işık soğuktan titriyor. Neler yazdığına bakıyor. Göz gezdiriyor neler anlattığına. Zamanı az kalmış. Ama sayfası çok kalmış. Işıkta titriyor. Isınıncaya kadar titrer artık diyor içinden. İçinde ölüm karanlığı. Aydınlatmaya güneşin yetmediği...
Dışarda lapa lapa kar yağıyor. Şehir sessiz. Sehir suskun. Camda nefesinin buğusu donuyor. Yatakta çıplak bir beden. Işık titriyor,odayı aydınlatan ışık. İçinde ölüm karanlığı...

13 Ocak 2008 Pazar

Ölümü Öldürmek Gerekir...

Ölmek dünyanın en tuhaf olayıdır bana göre. Ne kadar doğum kadar doğal bir şey olsa da zor olandır. Ama biraz daha gariptir. Doğumda yaşam vardır,hayat vardır,umut vardır. Ama ölüm tüm bunların zıttıdır. Ölüm yokluktur,yalnızlıktır,kederdir...
Beklenen ölümler vardır,beklenmeyen ölümlerin yanında. Ani bir trafik kazasında olan ölüm beklenemez ama ağır bir hastalıktaölüm beklenir. İşte öyle bir hikayeden bahsedeceğim. Beklenen ama yine de hazmı zor olan...
Bugün halamı kaybettim. Ruhu şâd olsun. Tüm o hastahane tüm o mezarlıkta gözüme bazı şeyler çarptı. Son kez gördüğümde belki aldığım lanet eğitimden kaynaklı pek üzülmedim. Buna sevgisizlik denmez,biraz aldığım eğitimin bu işi doğal karşılatmasıdır belki de. Üzüldüğüm ablam dediğimdi. Üzüldüm,uğraşılarına,üzüldüm ağlamasına. Ölen ölmüştür,o bizden çok farklı güzel bir hayata geçmiştir. Öteki halalarımın ağlamalarına üzüldüm. Anamın ağlamasına üzüldüm. Ölen ölüyor,kalan kalıyor denir ya işte öyle bir şey. Ama rahmetli halamın adına sevindim. Evine çok girip çıkmama rağmen hiç görmediğim insanlar oradaydılar. İçimden vay be dedim. Ne çok seveni varmış dedim. Sevindim,çünkü sevenleri oradaydı. O da belki yukarıdan izlemiştir tüm bunları. Belki o da gülümsemiştir o gülümsemesiyle...
Dedim ya en çok ablama üzüldüm. Onun uğraşısı çok idi. Artı bende yeri farklıydı. Bundan 3sene önce babamın by-pass ameliyatıyla Ankara'dan kalkıp geldiğimde beni hastahane önünde karşılayan ablamdı. Bana desteğini hiç unutmadım,unutmayacağım da... Bu yüzden yeri çok farklıdır. Keza tüm bu hastalıklardan önce de birbirimizin sırlarını saklamışızdır,birbirimize öğütler vermişizdir... O yüzdendir...

Ölümü öldürmek gerekir. Gerekir ki,ununu eleyip eleğini asmaya hazırlananlar şöyle rahatça bir nefes alsın şu hayat denen zımbırtıda...

Kalem arkası: Derler ki; Allah sevdiği kulunu yanına hemen alırmış...

1 Ocak 2008 Salı

İki Çift Sıfır Sekiz...

Sonunda bitti 2007. Oh çok şükür. Ben bu yazıyı yazarken dışarıda curcuna... Hava fişekler... vs.ler. Valla kimse kusura bakmasın benim için 2007 bitmedi,bitirdi... Sonunda kendisi de bitti ya işte buna çok seviniyorum. Arkaya dönüp koca bir yıla baktığımda az buz vadire atlatmamışım. İşte bu yüzden insanların çoğu gibi 2008'in gelişini kutlamıyor yerine 2007'nin bitişini kutluyorum...
Yorucu bir sene daha arkada kaldı. Bitti,bitirdi. Çok zaman hüzün dolu,az biraz neşe doluydu. Ama bitti sonunda. Ne yalan söyleyeyim hani demişler ya atalarımız, "Cuma'nın gelişi Perşembe'den bellidir" diye. Sanırım 2008 de benim için öyle gibi. Son bir kaç ayda yaşadıklarım 2008'in müjdecisi gibiydi. Öyle olmasını da umuyorum...
Ama geçen yılda hiç bir günümden pişman da değilim. Elimden geldiğince,şartların getirileriyle olabilecek en iyi seçimleri yaptığıma inanıyorum. Belki yanlış,belki doğru ama herşeyden de önemlisi kendi seçimlerimdi. Ceremesini de,meyvelerini de kendimin topladığı...
Siz saygılı ve sevgili göz yoran müşterilerim. 2007'de olduğu gibi 2008'de de müşteri velinimetimizdir esasını burada koruyacağım...:) Burası işin esprili yanı... Ciddi kısmı ise 2008'inizi kutlamayacağım baştan söyleyeyim. Zira kimsenin de kutlamıyorum son bir kaç yıldır... 2007 için geçmiş olsun hepinize... Hepimize... Ama 2008 için tek temennim vardır,seçimleriniz de özgür olmanız. Yanlış ya da doğru. Asıl olan sizin seçiminiz olması. Çünkü bir insan özgür olabildiği ve özgürce karar verebildiği ölçüde yaşar...

Kalem arkası: Mutluluk,başarı,sağlık vs. Bunları söylemiyorum. Zira benden önce herkes demiştir benimkisi eksik kalsın...